Salih Cenap Baydar

Salih Cenap Baydar

Sosyal mühendislik kobayı kifayetsiz muhterislerin kızıl elması

Sosyal mühendislik kobayı kifayetsiz muhterislerin kızıl elması

1950'de halkımız tek parti diktatörlüğünden yakasını kurtardı. Lakin bu "kurtuluş" halkın gerçek çabasından ziyade soğuk savaş yıllarının konjonktürü neticesi gerçekleşmişti. Kimse diktatörlük rejimine karşı ayaklanmamıştı. Ne rejime, ne tek parti hükümetine karşı kitlesel bir karşı çıkış mevzuubahis değildi.  Birkaç cılız-ferdî ses dışında  ciddi bir itiraz dahi yükseltememişken demokrasiyi kucağımızda buluvermiştik. Kendi çabamızla elde etmediğimiz bu "hürriyetin" tabîi olarak bazı ciddi kusurları vardı. Bize demokrasiyi "lütfedenler" ülkemizi adeta koca bir sosyal laboratuara çevirmişlerdi. Amerikalı sosyal mühendisler cemiyetin değişik kesimleri üzerinde inanılmaz deneyler yapıyorlardı. Mesela komünizme karşı bağışıklık kazanmamız için kuvvetli dozda ırkçılık veriyor, netice alamayınca ilacı çok miktarda vatanseverlik hissiyle seyreltiyor, nihayet muhafazakârlık ve dindarlık katkısıyla formülü mükemmelleştiriyorlardı.
Biz, toplumsal şuurumuzu suni olarak manipüle ederek yeniden inşa eden bu adamların niyetlerini ve insanımızın kolektif zihnine enjekte ettikleri ilaçların menfi tesirlerini ne yazık ki tam kavrayamadık.  
Ana ilacın tesirini kuvvetlendirmek ve kalıcı kılmak için geliştirilen ezan, mehter, bayrak, millet, vatan nutukları gibi “renkli” hapları adeta temel gıda maddelerimizmiş gibi avuç avuç yuttuk.
Ellili, altmışlı, yetmişli yıllarda bu sosyal laboratuar ikliminde doğan, Müslüman aile ve çevre içinde yetişen çocukların kucaklarında bulduğu dünya tasavvuru aşağı yukarı şöyleydi:  
Bir zamanların süper gücü, İslam âleminin tek hamisi iken sefahate dalınca, ait olduğumuz beynelmilel ligden -düşmanın da bitmek tükenmek bilmez hileleriyle- düşürülmüş, bir kum havuzunda oynamaya mahkûm edilmiştik. Kendimizi toparlayamamamız için bizi biz yapan lisanımızla, dinimizle ve tarihimizle aramıza duvarlar örülmüştü. Şimdi azıcık teneffüs etmeye başladığımız hürriyet atmosferi bu sefer de komünizm tehdidi altındaydı. Anadolu insanı olarak uzun yıllardır türlü imkânsızlıkların yanında bir de bu tehlike ile boğuşacaktık. Her şeye rağmen kaybetmediğimiz ideallerimiz, sağlam ve yüce hedeflerimiz, küresel acılar için ebedi reçetelerimiz vardı ama kuvvetimiz yoktu. Gerekli vasıtalardan mahrumduk. Bunlara sahip olsak neler neler yapacaktık. Düştüğümüz yerden kalkacaktık. Dünyanın nizamı bizden sorulacak, hakkı tutup kaldıracaktık. Bunun için ihlâsla çalışmalı, geçmişimizle aramıza örülen duvarları yıkmalı, kendimizi her alanda geliştirmeliydik.
Yıllar geçti... Gel zaman git zaman o hasretini çektiğimiz "vasıtalar" kısmen de olsa elimize geçmeye başladı. Fakat ne gariptir ki para, makam, güç gibi vasıtalar adım adım kontrolümüze geçse de o beklenen bahar nedense gelmiyordu bir türlü.
Senelerce yüzme bilmediğimiz yahut bir vasıta bulamadığımız için ulaşamadığımız halde, denizin ötesinde bizi beklediğinden emin olduğumuz bir "kızıl elmamız" vardı. O hedefe gidemeyişimiz için ileri sürdüğümüz mazeretler gün geçtikçe azalıyor, anlamsızlaşıyordu ama biz yine de bir türlü harekete geçemiyorduk.
Hâlbuki paramız ve gücümüz olduğunda, yaraları sihirli bir merhemle iyileşmiş bir film kahramanı gibi kılıcımızı kapıp ayağa kalkacak, zorla tıkıldığımız hapishaneden bir an önce kurtulup tekrar dünyaya kanlı yaşlar döktüren zalimlerin karşısına dikilecektik. Hem de her sahada…
Beklenen olmadığı gibi, olacağına dair işaretler de gün geçtikçe zayıflamaya başladı.
Aslında belki de ilk hatamız, şuurumuza “ekilmiş” hormonlu fikirleri kendimizin sanmaktı. Daha vahimi ise o cafcaflı mavi, kırmızı, beyaz renklerle boyanmış “ideallerimizin” sathîliğinin farkına varamamış olmamızdı.  
Dünyaya nizam vermeyi hedefliyorduk ama daha kendi iç nizamımızı bile yoluna koyamamıştık.
Dünya çapında zalimlerle mücadele etmeyi hedefliyorduk ama daha kendi içimizdeki zalimlerin zulümlerine zulüm demeyi bile becerememiştik.
Aracın mesaja etkisini de göz ardı etmiştik. Hele ki o araç iktidar, güç ve para olsun…
Ayaklarımızı basacak doğru zeminleri bulamadık. Bacaklarımızı çok sağlam ahlâki ilkelerle, sağlam sütunlar misali kuvvetlendiremedik. Göğüslerimizi varmayı iddia ettiğimiz zorlu hedefler için hazırlayamadık. Hazırlıksız yürek ve kafamızla elde edeceğimiz dünya malı ve gücünün altında ezilmekten kurtulamayacağımızı hesap edemedik.  
Külkedisinin gece yarısı asıl haline rücû eden kıyafetleri misali, azıcık iktidar ve maddi güç ateşi ile sınandığımızda, ulvî idealler gibi görünen fikirlerimizin âdi dünyevi ihtiraslara dönüştüklerine şahit olduk.
Bu hâl-i pür melalimizi tasrih etmemin sebebi ne ümitsizlik ne iyi niyetli insanımızın hevesini kırmak.
Aslında bugün, değerlendirmeyi bilirsek bizim için yepyeni bir fırsattır.
Eğer hatalarımızı doğru tespit edersek, hormonlu değil ama sıhhatli bir şuurlanmanın ilk adımlarını atabiliriz.
Hastalığımızın farkına varmak, hastalıkla mücadele etmek ve nihayet ondan kurtulmak için atacağımız ilk adım değil midir?
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
SON YAZILAR