Postmodern zombiliği reddetmek
Konforlu bir hayat yaşama arzusu, mitolojik sirenlerin denizcileri her geçen saniye biraz daha hipnotize ederek kendi ölümlerine çeken şarkıları misali yavaş yavaş irademizi kontrol altına aldı ve zamanla neredeyse varlığımızın yegâne ideali haline geldi.
Hayat seferine ilk adımını atmak üzere kapısını açan genç insanımızın gözleri uzak ufukları taramıyor.
Genç insanın kanını “deli” yapan heyecanlar, keşif arzuları, atılım hevesleri, meydan okumalar, macera istekleri kör karanlıklarda solup giderken yerlerini, daha çok yaşlı ninelerde görülen güvenlik endişelerine, korunma takıntılarına, sağlam korunaklara sığınma arzularına, stabilite arayışına ve bunları elde etme adına tereddütsüz geri çekilme, boyun eğme, teslim olma hislerine bırakmış gibiler.
Bugün yirmili yaşlarını yaşayan gençlerimizin neredeyse tamamının hayallerini “bir devlet memuriyeti” süslüyor.
Ülkenin en iyi üniversitelerinin dolduran en parlak gençlerimiz bile, son sınıfta okullarının yanında Kamu Personeli Seçme Sınavına hazırlık kurslarına gider oldular.
Düzenli bir maaş, belli mesai saatleri, memur servislerinin sabah akşam rutinleri, hatta belki lojman imkânları genç insanımızın ufkunu teşkil ediyor.
J.R.R. Tolkien’in hobbitlerine dönüşüyoruz: Risk almaktan ölümüne korkan, meselelerle yüzleşmek yerine ne zaman bir sıkıntı çıksa sessizce kaçıp ortadan kaybolmayı tercih eden, sadece sıcak evlerinde lezzetli yiyeceklerle beslenip semirerek yaşamayı hedefleyen “insancıklar”. Üzerinden kayıkla geçmek “riskli” diye yaşadıkları şehrin kenarındaki nehri hudut kabul edip kendi hapishanelerine tıkılmaya razı olan korkaklar! Hayat macerasından, mütevazı de olsa hedonist bir standart tutturup onu muhafaza edebilmeyi anlayan zavallılar.
Birçok insan 25 yaşında ölür ama 75 yaşına gelinceye kadar gömülmez!
Benjamin Franklin
Gençlerimizi daha yirmi beşlerinde, donma uykusu misali tatlı ama korkunç bir ölüme sürükleyen bu aşağılık hayat tasavvurunun mimarı kim? Bu millet değil miydi ila-yı kelimetullah idealiyle kabından taşıp üç kıtaya koşan? Kendine mülk-ü İslam’ın kilidi, ehl-i imanın derbendi diye payeler biçen? Nerede, hangi düşüşte kaybettik akıncı ruhumuzu? Ne vakit hayatları pahasına zalimin karşısına dikilen yiğitlerden üç oda bir salon bir TOKİ evi almak için banka kredisi peşinde sürünen yaratıklara dönüştük?
Necip Fazıl, o meşhur Sakarya şiirini -hamasi nutukların malzemesi olmaktan ziyade- pek şairane şekilde ifade ettiği can yakıcı soruları aklımıza çakmak için yazmış olabilir mi diye düşünmeden edemiyor insan:
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?
Şanlı akıncıların torunlarının bugünlerde en büyük maceraları, salon takımını ya da perdeleri değiştirmekten ibaret maalesef. Ak tolgalı beylerbeyi atından inip, setresi uzun, eteği çamur, gözleri mahmur bir “kâtibe” dönüşeli hayli zaman oldu.
“Bu retorik çok demode, uyan artık, yetmişlerde yaşamıyoruz” diyenleri işitir gibiyim. Postmodern çağ tüm inançlara, tüm ideallere meşruiyet zemini sağlarken aslında bir yandan da hepsinin içini boşalttı. Yüce idealleri karikatürleştirdi. Her insanın, her tür yönelişini, muhtevasından bağımsız olarak muhterem sayan hümanist bakış, tanrının yerine insanı ikame etti. Şimdilerde tecrübe ettiğimiz şey bu anlayışın zihin topraklarımızı zorbaca istila edişidir. Bu istilaya direnenlerin, istilaya kalbini ve zihnini açanlarca “demode” olmakla itham edilmesinden daha tabii ne olabilir?
İnsan neyin peşinde koşarsa o kutsaldır anlayışında çok derin problemler var! Böylesi bir hayat tasavvuru herkesi birer zombiye çeviriyor! Kapitalizm çarklarının dönmeye devam etmesi için modern insanın önüne önce sonsuz para kazanma, Karun misali servet yığma ideali koyuluyor. Bu “yüksek”(!) idealin geniş kitlelerce gerçekleştirmesi mümkün olmadığından daha makul ikincil bir ideal, “bir ev” ve belki “bir araba” sahibi olma ideali parlatılıyor. O ideali gerçekleştirmenin en “garantili” yolu sabit, düzenli bir maaştan geçtiği için de gencecik insanlar, daha hayatlarının baharında kendi zihin ve yüreklerini, kendi elleriyle ölüm uykusuna yatırabilmek için birbirleriyle yarışmaya koyuluyorlar.
Benjamin Franklin’in yirmi beşinde ölüp yetmiş beşinde gömüldüğünü söylediği kimselere Necip Fazıl “hayat süren leşler” diyor ve onları kim diriltecek suali karşısında perişan olduğunu anlatıyor:
İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su;
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.
Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?
Kafdağı’nı assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!
Acıdan kaçınmak ve zevk/konfor peşinde koşmak bırakın bir ideal olmayı, insanı hayvandan bile ayırmaz. İnsan kısacık hayatını uğurunda harcayacağı “ölümlü yalanlara” değil “ölümsüz gerçeklere” ihtiyaç duyar.
1995 yapımı Cesur Yürek (Braveheart) filminin sonunda müthiş bir sahne vardır. İskoçların lideri, kahramanı William Wallace yakalanmış ve idama mahkûm edilmiştir. Ona suç işlediğini itiraf edip krala bağlılığını açıklarsa, kralın ona merhamet edeceği, işkenceyle öldürülmekten kurtulabileceği, hatta bir ihtimal hayatının bağışlanabileceği söylenir. William Wallace bu teklifi reddederken şu müthiş cevabı verir:
“Herkes ölür… Ama herkes gerçekten yaşamaz…”
Salih Cenap Baydar
Twitter: @salihcenap
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.