Ne Yapmalı?
Bir önceki yazımızda “muasır medeniyet seviyesini aşmak” hedefinin bizi, kafesindeki çarkın içinde koşup durduğu halde hiçbir yere varamayan hamster’lara benzettiğinden bahsetmiştik. Peki, ne yapmak lazım diye sormuş, cevabı bu yazıya bırakmıştık.
Frank Herbert’in 1965’te yayınladığı “Dune” isimli bir bilim-kurgu roman vardır. Dünya çapında oniki milyondan fazla satmış, bütün zamanların en iyi bilim-kurgu romanlarından biri olarak gösterilen bu eserde “ne yapmalı” sorumuza cevap ararken bize ilham verebilecek bir hikâye anlatılır. Hikâye, insanların artık farklı gezegenlerde yaşadığı bir gelecekte geçer. Tüm gezegenlerin yöneticisi -romandaki sıfatıyla- “imparator padişah” dördüncü Şaddam, başka bir soylu hanedan olan Atreides hanedanı dükü Leto’yu, ailesiyle birlikte Dune gezegeninde çalışmak üzere görevlendirir. Dune, o zamanın en kıymetli maddesi olan “spice” üretiminin merkezidir. Bu madde hem insanlara üstün meziyetler kazandırmakta, hem insanların ömrünü uzatmakta, hem de uzay yolculuğunda istikamet belirlemede kullanılmaktadır. Dük Leto’nun görevi, imparatorluk adına bulunduğu çöl gezegeninde mümkün olduğu kadar çok “spice” maddesi çıkartıp imparatorluğa arz etmektir. Aslında imparator bu görevi, kendisine tehdit olarak gördüğü dük ve ailesini, çöllerle kaplı ıssız Dune gezegeninde usulünce ortadan kaldırmak için vermiştir. Nitekim Dük Leto gezegendeki ilk günlerinde bir suikasta uğrar ve öldürülür. Kaçıp çöl bedevilerinin arasına sığınarak canlarını kurtaran karısı Jessica ve oğlu Paul için zorlu bir hayat başlar. Daha sonra Paul’un çöl bedevilerinin beklediği “Muad’dib” isimli peygamber olduğu ortaya çıkacaktır. Paul, kendisini ve ailesini önce pasifize edip, sonra ölüme taşımaktan başka bir anlamı olmayan, spice üretim “vazifesini” yapmayı bırakır. Çöllerle kaplı Dune gezegeninde, kimselere muhtaç olmadan sürdürülebilecek bir hayat için yer altı sularıyla tarımı başlatır. Artık içlerinden biri olarak bedevileri örgütleyen Paul, kâinattaki en stratejik maddeyi elinde tutma avantajını da kullanarak zalim imparatora karşı büyük bir cihad açar.
Üç ciltlik eserin bu çok kısa özetini neden verdiğimiz herhalde anlaşılmıştır. Galiplerce tayin edilen “vazifeyi” kâmilen yerine getirmek, başkası tarafından beyne sokulan “mefkûreler” peşinde koşmak, yorucu ama büyük ölçüde beyhude bir çabanın ardından -bir arpa boyu kadar olsun- mesafe alamadan ölüp gitmek demektir. Yapmamız gereken en mühim ve en öncelikli şey “itirazımızı” unutmamak, mağlubiyeti benimsememek, “gözümüzün kurdunu” kırdırmamaktır. Bunu sağladıktan sonra bizim için belirlenen senaryoyu nasıl boşa çıkaracağımızın derdine düşmemiz gerekir. Eğer “kızıl elmamızı” doğru tespit edersek elbette hiçbir uydurma gaye bize cazip gelmeyecektir.
Şunu görmemiz gerekir: eğer batı medeniyetinin izinden gidersek, -olmaz ya- bizim için kurulan tuzakları aşıp, “onlar gibi” olmayı başarsak bile, en iyi ihtimalle başka zavallı insanların sömürüsünden beslenen vampir efendilerin saflarına katılmış oluruz. Adaletsizliği biraz daha derinleştirmiş, kendi refahımız için milyarlarca zavallı insanı açlığa ve sonsuz acılara mahkûm etmiş oluruz.
Kâinattaki en stratejik madde sanırız ki her zaman “adalet” olacaktır. Dünyayı bugün parmaklarının ucunda çeviren efendilerin kendilerinden başkasına layık görmedikleri “adalet”.
Dünya, sonsuz bir kazanma ihtirasının elinde her geçen gün biraz daha adaletsiz bir yer haline geliyor.
O yegâne medeniyet sanılan batı medeniyetinin efendileri, sömürdükleri insanlara “çalışın” diyorlar, “bu halinizden kurtulmanın tek yolu daha çok çalışmak”. Ve çalışma yerleri olarak kendi fabrikalarını gösteriyorlar. Yahut kendilerine ucuz hammadde sağlamak için kurulmuş mahalli tesisleri.
Daha “okumuşlarımıza” gösterilen yerler ise “efendilerin” mallarını kendi insanımıza pazarlayan şirketlerle yine onların çarkına su taşımaktan başka bir işe yaramayan devlet daireleri. Farklı düşünme emaresi gösteren her beyni üç kuruşluk maaş karşısında süngere çeviren, her itirazı cılızlaştıran, gülünçleştiren ve nihayet silip yok eden memuriyetler…
Sonra “efendiler”, sömürdükleri “gelişmekte olan(!)” insanların önüne incik boncuklarını döküyorlar satmak için. Her biri kendilerini biraz daha zenginleştirirken sömürdüklerinin çabalarını sıfırlayan, çoğu gereksiz, ışıltılı mamullerini...
O da yetmiyor, arada bir savaşlar çıkartıp sömürdükleri zavallıları birbirlerine düşürüyor, sonra kavgaya tutuşturdukları tarafların her birine pahalı silahlar satıp kârlarını arttırıyorlar.
Bu vahim manzara karşısında yumruğunu sıkıp sesini yükseltecek, hakkı tutup kaldıracak, haksızlıklara göğsünü siper edecek, bu gidişe dur demek üzere tarih sahnesine çıkacak bir nesle ihtiyacımız var.
Delikanlılık, cesaret, diğerkâmlık gibi hasletlerinin yanısıra, itirazını üzerine inşa ettiği sağlam ahlaki ve felsefi prensipleri olan bir nesle.
Nefesini hiçbir zaman varamayacağı, “batıl” bir hedef peşinde tüketmeyi reddeden bir nesle…
Hedeflerini efendilerinin değil, kendilerinin belirlediği bir nesle…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.