Mavi mi Kırmızı mı? (3)
Bir önceki yazımızda, batı karşısında aldıkları pozisyon temelinde iki kampa bölünen insanımızın yaşadığı çatışmayı anlatmıştık.
Son siyasi çalkantılar, huzursuzluklar, sokak hadiseleri, medya savaşları hep bu temel çatışma ekseninde değerlendirilebilir.
Batı bu çatışmanın sadece meraklı bir seyircisi değildir. Aldığı tüm tedbirlere rağmen ortaya çıkan tehlikeyi pek yakından ve dikkatle takip etmektedir.
Dünyanın bugünkü efendileri, bir şekilde kontrol edemedikleri, tehlike arz eden tüm liderlere yaptıklarını yapmakta, ülkenin liderini yalnızlaştırmak ve itibarsızlaştırmak için gerekeni yapmaktadırlar.
Batının nihayetsiz kuvveti ve üstünlüğü karşısında kendilerinin nihayetsiz güçsüzlüğü fikrini içselleştirmiş kitleler, kendilerince boş hayaller peşinde ülkeyi tehlikeli maceralara sürükleyen siyasi kadroları istememektedir. Onlar da var güçleriyle hem aynı koroya iştirak etmekte hem de “içeriden” veri sağlamaktadırlar.
Cemaat adına söz söyleyen, fikir beyan eden kimselerin ekserisinin tasnifimizdeki ikinci kampta yer aldığını söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Amerika’da ikamet eden liderleri başta olmak üzere tüm cemaat, mütemadiyen ikinci kampın sloganlarını tekrarlamaktadır. 10 Mayıs 2014 tarihli yazısında Ahmet Kurucan, Fethullah Gülen’in bir Amerikalı entelektüelin (?) “nasılsınız?” sorusuna verdiği, aslında ikinci kampın sloganlarından biri olmaktan çok da öte bir derinlik taşımayan cevabını epeyce allayıp pullayarak yazısına taşımıştı. Gülen’in söylediği şuydu: “Üzülüyorum. Sabrediyorum. Ülkemin dünyadan kopmasından endişe duyuyorum.”
Aslında bahsettiğimiz çatışma, cemaat-hükümet çekişmesinin ana eksenidir.
Cemaat “batı medeniyetinin yegâne ve tartışılmaz sözcüsü konumundaki Amerika’yı” kızdıracak her türlü siyasi çıkışı son derece tehlikeli bulmaktadır. 30 Mart seçimleri öncesinde yürüttükleri kampanyayı da hükümetin temelsiz, irrasyonel çıkışlarının sebep olduğu ciddi tehlikeyi kendileri gibi açık seçik gören geniş halk kesimlerinin hükümetin “ipini çekeceği” varsayımı üzerine kurgulamışlardı.
Fakat işler planladığı gibi gitmedi.
İrrasyonel halk, reyini akıldan, mantıktan yana kullanmadı! Bütün aydınlatma(!) çabalarına rağmen batı medeniyetinin “nurunu” görmemekte ısrar ederek ikinci kampın eski sakinleri olan Kemalistlere defalarca hayal kırıklığı yaşatan “cahil” Anadolu insanı, aynı hayal kırıklığını bu kez de ikinci kampın yeni sakinleri olan şakirtlere yaşatıyordu.
Burada değerlendirilmesi gereken husus şudur: Cemaatin halktan gördüğü destek, hiçbir zaman ikinci kampa, yani içselleştirilmiş köle ruhuna yahut mağlubiyet ideolojisine verilen bir destek olmamıştı. Halk, ikinci kamp mensuplarının o “ev kölesi” ruhuyla söyledikleri bin türlü ümit kırıcı laf arasında yer alan hakikatlerin farkındaydı.
Doğruydu: henüz çok zayıftık. Doğruydu: bir medeniyet kuracak hazırlığımız yoktu. Doğruydu: çok çalışmamız lazımdı. Doğruydu: batıyı bilmeli, düşmanı tanımalıydık. Doğruydu: yüksek kalitede organizasyonlar yapma, müesseseler kurma kabiliyetleri geliştirmeliydik. Doğruydu: bunlar olmadan olmazdı!
Aslında Anadolu insanı, cemaate tam da bu eksiklikleri giderme iddiasında olduğu için sahip çıkmıştı. Japonlar gibi, Çinliler gibi, Hintliler gibi bütün itirazlarını bir kenara fırlatıp, batı medeniyetinin korkunç cinayetlerini olmamış saymayı, bir de üstüne üstlük o medeniyetin çarklarını çeviren gönüllü köleler olmayı nasıl kabul edebilirdi? Hele bu yolda batı medeniyeti adına sömürge komiserliği görevini üstlenip kendisine zulmedenlerin vesayetinden henüz kurtulmuşken, aynı vesayetin yeşil renge boyanmışına nasıl razı gelebilirdi?
Anadolu insanı yurt dışında okul açanları neden destekliyordu? Neden çocuklarını Afrika çöllerine yahut Asya steplerine gönderiyordu? Neden finanse ediyordu okulları? Amerika’ya sadık, tecrübeli, dil bilen sömürge komiserleri yetiştirmek için mi? Hayır! İla-yı kelimetullah için orada biliyordu gidenleri. Batının dünyanın boğazını sıkan elini bir gün tutup arkasına kıvıracak, ona diz çöktürecek, zalimlerden yaptıklarının hesabını soracak kahramanlar yetiştiriliyor sanıyordu.
Ne zamanki “ev zencileri”, efendilerinin canını sıkıyorlar diye “tarla zencilerine” hücum etti, işte o an tüm hüsn-ü zan kaleleri yıkılıverdi.
Son olarak birinci kampla ilgili bir iki düşünce…
Hz. Peygamber, bedeviler arasında İslam’ı anlatmaya başladığında bir tarafta Roma, bir tarafta İran medeniyetleri vardı. Hz. İsa Hıristiyanlığı tebliğe başladığında Roma bir heyula gibi karşısında dikiliyordu. Hz. Musa ise karşısında firavunları ve kadim Mısır medeniyetini bulmuştu. O kadar “parlak medeniyetlerdiler” ki bunlar, hiçbir rasyonel analist, “yüce efendilere” meydan okuyan bir avuç zayıf insana başarı şansı vermezdi. Ama tarih öyle işlemiyor işte! Tüm o parlak medeniyetler toprak oldu gitti ama o peygamberlerin ümmetleri bugün hâlâ tarih sahnesindeler. Ama onlar “peygamberdiler” denilebilir… Doğru, ama Allah’ın resullerine ikramını, o resullerle gönderdiklerine uymak için çabalayanlardan esirgeyeceğini kim söyleyebilir?
Aç ya da tok, zengin ya da fakir, kuvvetli ya da zayıf olmamız, imtihanımızı değil, sadece imtihan oluş şeklimizi değiştirir. Müslüman’a düşen, her şartta şunun bunun değil, Allah’ın muradının ne olduğunu araştırıp ona göre hareket etmektir.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.