Kafamda Bir Tuhaflık - 1
Bir Mühendislik Eseri
Yegâne Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk’un son romanı “Kafamda Bir Tuhaflık” ismini taşıyor.
Kitabın en başındaki ilk epigraf bu ismin William Worsworth isimli İngiliz şairin Prelüd isimli eserinden mülhem olduğunu haber veriyor.
Kitabın kapağını çevirir çevirmez okuyucuyu kitabın muhtevası hakkında bir cümlelik bir özet karşılıyor. Ne yazık ki insanın ağzında kekremsi bir tat bırakan garip bir Türkçe ile yazılmış, yeni baskılarda mutlaka düzeltilmesi gerekir diye düşündürten bir cümle bu:
Boza satıcısı Mevlut Karataş’ın hayatı, maceraları, hayalleri ve arkadaşlarının hikâyesi ve 1969 ile 2012 yılları arasında İstanbul hayatının pek çok kişinin gözünden anlatılmış bir resmidir.
Daha sonraki sayfalarda mühendislikte “blueprint” diye anılan ozalitler misali bir şemayla karşılaşıyoruz. Orhan Pamuk, romanının nasıl bir “mühendislik” çalışması olduğunu hissettirmek için midir bilinmez, kahramanlarının doğum tarihlerini, hayatlarındaki önemli dönüm noktalarını da içeren bir “soyağacı şeması” hazırlamış.
Henüz romana başlamamış okuyucular için bir mânâ ifade etmeyen bu şema, sanırım romanda ilerlerken kafası karışan okuyucular dönüp dönüp kim kimdi diye baksın diye düşünülmüş.
Hikâye 1982 yılında Konya Beyşehir’li Mevlüt’ün komşu Gümüşdere köyünden Rayiha’yı kaçırmasıyla başlıyor. Böyle yazınca romanı henüz okumamış olanlarda “bizden” ve “sevimli” bir hikâye beklentisi oluşabilir ama doğrusu hikâyenin kendisi değil de anlatılışı bu beklentileri karşılamaktan biraz uzak kalıyor. Daha ilk satırlarda bu “bizden” hikâyenin “bize” anlatılmadığını fark ediyoruz. Çünkü bizim Konya’mızın Beyşehir’i, esas hedef kitle olarak tayin edilmiş yabancı okuyucular için şöyle tanıtılıyor: “Asya’nın en batısında bir yerde, puslu bir göle uzaktan bakan yoksul bir Orta Anadolu köyü”.
Romanın “esas” hedef kitlesine dair söylediklerim, ön yargılı bakışımın neticesi yaptığım bir çıkarım sayılmamalı. Bu konuda yazarımız niyetini izhar etmekten çekinmiyor zaten. Mesela romanın tabii akışını bozup araya girdiği şu satırlarda, “boza” ile ilgili olarak “dünya okurlarına” bilgi veriyor:
Bu noktada, hikâyemizin tam anlaşılması için, önce bozanın ne olduğunu bilmeyen dünya okurlarına ve onu önümüzdeki yirmi otuz yılda ne yazık ki unutacağını tahmin ettiğim gelecek kuşak Türk okurlarına, bu içeceğin darının mayalanması yapılan, ağır kıvamlı, hoş kokulu, koyu sarımsı, hafifçe alkollü geleneksel bir Asya içeceği olduğunu hemen söyleyeyim ki, zaten tuhaf olaylarla dolu hikâyemiz büsbütün tuhaf sanılmasın.” (s. 27)
Roman akıcı bir üslupla yazılmış ve kendini okutuyor ama benim gibi dil zevkini Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Kemal Tahir, Refik Halit, Cemil Meriç gibi büyük ustaların rahle-i tedrisinde kazanmış kişilerin Pamuk’un dilinde benzer tatlar yakalaması maalesef pek mümkün görünmüyor.
Romanın başından sonuna kadar, sanki “iyi roman yazmak için yapılması gerekenler” diye bir rehber varmış da, Orhan Pamuk o rehberdeki talimatları harfiyen takip etmiş gibi bir hisse kapıldım. Yabancı dizi, film senaryolarında, dünya çapında çok satan yeni romanlarda görmeye alışık olduğumuz birçok “tekniği” bu romanda kolaylıkla müşahede edebiliyoruz.
Mesela, daha en başta 1969 ile 2012 yılları arasında yaşanan hadiseleri anlatacağını haber veren Pamuk, hikâyesine ortadan, 1982 senesindeki “tuhaf” ve macera dolu kız kaçırma hikâyesi ile başlıyor. İkinci kısımda 1994 senesine, üçüncü kısımda 1968-1982 arasına sıçrıyor. Yani “flash-back”ler “flash-forward”lar ile kronolojiyi mahsus bozarak, ustalık gerektiren bir teknik uyguluyor.
Başka bir ilgi çekici teknik de yazarın hikâyeyi anlatma işini romanın karakterleri ile bölüşmesi. Böyle yeni bir teknik için henüz imlâ kuralları tespit edilmediğinden Pamuk kendisi bir yol icat etmiş. Mikrofonu bir kahramanına bırakmak istediğinde kahramanının ismini kalın harflerle yazıp bir nokta koyuyor. Sonra hikâyeyi o kahramanın perspektifinden okumaya başlıyoruz. Tabi zaman zaman kahramanların algıları ve anlayışları arasında çıkan farklar hatta çatışmalar hikâyeye bir derinlik katıyor.
Romanı okurken bir “Türkçe lezzeti” aldığımı söylemem maalesef çok zor. Hatta okurken zaman zaman altını çizip “bu nasıl Türkçe” diye notlar aldığım satırlar oldu. Örnek vermek gerekirse:
“Helanın deliğinden tekerleklerin tak tak tak tak’ları güçle işitiliyordu.” (s.50)
(Herhalde “güç işitiliyordu” yahut “güçlükle işitiliyordu” demek istemiş.)
“Aynı anda, bir iş bulup, çıraklığa başlayıp ortaokuldan ayrılan bütün arkadaşlarına yaptığı gibi, hafızasının onu da kısa bir süre sonra sonsuza kadar unutacağını hatırladı.” (s.77)
(Bir şey hafızadan silinebilir ama “hafıza” unutmaz, insan unutur.)
Orhan Pamuk’un son romanı ile ilgili değerlendirmelerimize inşallah sonraki yazımızda devam edeceğiz
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.