Bayram notları
Yahya Kemal’in “Ankara’nın en çok neyini seviyorsunuz?” sorusuna verdiği cevabı meşhurdur: “İstanbul’a dönüşünü.”
Yıllardır Ankara-İstanbul arasında seyahatlar yapıyorum. Her seyahatin sonunda kaç medeniyete ev sahipliği yapmış bu kadim şehrin dönüştüğü hal karşısında içimde büyük bir buruklukla bu şehirden ayrıldım. Her ne kadar Ankara, İstanbul severler tarafından karşılaştırma yapılmadan mağlup ilan edilse de Ankara'nın bozkır ortasındaki mütevazi bir tavırla bizi karşılayışı, kasaba-şehir ikileminde kalmış, bir tarafında gökdelenler, bir tarafında apartmandan bozma evlerle dolu İstanbul'un karşılayışından her zaman daha samimi ve sıcak gelir. O yüzdendir ki İstanbul'a ağlayarak, buruk bir sevinçle de olsa Ankara'ya dönüş, eve dönüştür, kalbine dönüştür, o şarkıya dönüştür...
Kurban Bayramı tatilini İstanbul'da geçirdim. Bir akşam vakti merhabalaştığımız şehirde ilk durağımız olan Mihrimah Sultan Cami'nin kapısında, boğazın sularında İstanbul'u, İstanbul'un aksinde insanların hallerini seyrederken, otobüs durağında burnunu sümkürerek yerleri temizleyen temizlik görevlisi bana İstanbul'un zıtlıklarla dolu yüzünü bir kez daha gösterdi. Evet, kadim bir şehir burası, medeniyetlere ev sahipliği yapmış bir kültür başkenti. Ama İstanbul'un ne kadarı bu vasfı temsil ediyor?
Yıllardır İstanbul'u her ziyaretimde İstanbul'un sadece tarihi ve doğal güzellikleriyle yaşanabilecek bir şehir olduğunu düşünmüşümdür. İnsanı ve artık olmayan bir İstanbul kültürüyle bu şehirde yaşamanın bir insan için dayanılmaz bir ağırlığı olduğunu olduğunu düşünüyorum.
Misafir olduğumuz evin balkonundan sokağı, ordaki hayatı seyrederken karşı apartmandan bir kadının, İstanbul'un göbeğinde evinin balkonundan sokağa çöpünü fırlatmasıyla, İstanbul'un o övünerek saydığımız özelliklerinin çoktan yitirilmiş olduğunu, güzel bir hatıra olarak tesellli bulduğumuz, geçmiş ve güzel anılardan ibaret olduğunu gördüm.
Yıllarca İstanbul'da yaşamış ama sonradan Anadolu'ya göç ederek orda yaşamış olan emekli bir memurun ifadesiyle;'İyi, hoş, güzel ne varsa burda ama bir o kadar da çirkinlik, kötülük de burda' diye tarif ettiği bu zıtlıklar şehrinde bayramda halini, hatrını sorduğumuz, sohbet ettiğimiz insanlar önce sessizce sonra yüksek sesle 'Her yer Arap doldu' diye söylenmeye başlıyorlar. Ankara'da da karşılaştığım ancak daha çok televizyondan ve kulaktan dolma bilgilerle abartılan hikayelerle süslü olduğunu düşündüğüm bu şikayetler, İstanbul'da daha çok yüksek sesle dile getiriliyor.
Yerlerini, yurtlarını terk ederek, canlarını kurtarmak için binbir zorlukla bize sığınmış insanlara, üstelik din kardeşlerine dindar sayılabilecek insanların dahi bu gözle bakmasına çok şaşırarak, 'Allah bize daha çok imkan versin, daha çok yardım edelim' diyen bir başbakan ve hükümet mi, yoksa Suriyelilerin ne kadar başıbozuk, çingene, ahlaksız olduğundan dem vuran bu insanlar mı haklı doğrusu karar veremedim.
Şikayetlerin daha çok Suriyelilerin tuttuğu evler dolayısıyla kiraların artması, ucuz işgücü nedeniyle Türk insanının daha çok işsizlikle mücadele etmesi gibi cümleler etrafında geçmesi bize mallarını, mülklerini, tüm hayatlarını geride bırakarak Medine'ye göç eden Muhacirlere kucak açan Ensarın, ellerinde ne kadar mal, mülk varsa yarısını paylaşmasını mı, her Medinelilinin bir muhaciri evine alıp kendilerine kardeş ilan etmesini mi hatırlatmalı?
Evet, her Muhacirin bir Ensar'ı vardır elbet ama o Ensar, biz miyiz ben şüpheliyim. Her gördüğü Suriyeliye, 'Bunlar, Arap. Bize ne kötülükler yaptılar' klişesiyle yaklaşan, onlara para gözüyle bakıp, ellerinde avuçlarında olanı da almaya kalkan açıkgöz Türk insanının tavrı, bütün müslümanların kardeş ilan edilmişken, 21. asrın kapitalist dünyasında din kardeşliğinin hükmünün geçerliliğini sorgulatıyor.
Bari Allah istediği için üçte birini fakir fukaraya dağıttığımız kurban etinden vatansız, yurtsuz ve evsiz kalmış Suriyeli kardeşlerimize verelim de "Müslümanlar kardeştir" kimliğimiz sözde bile olsa devam etsin.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.