Yokuş
İşe geç kalmıştı, bir acele çantasını aldı, eşyalarını içine tıktı ve kapıyı açtı. Otobüsün gelmesine birkaç dakika vardı, gelmeden durağa yetişebileyim diye dua ede ede ayakkabılarını giydi ve hızla merdivenlerden inmeye başladı. Apartmanın çıkış kapısını açtığında güneş gözüne çarptı, gözlerini kırpıştırarak birkaç saniye başını havada dik tuttu. Sabah soğuğu yüzüne ve kulaklarına çarpıyordu. Hızlı adımlarla yürümeye çalıştı. Yeni dikilmiş çam ağaçları ve sarmaşıklara baka baka adımlarını hızlandırdı. Tam köşede yeni dikilen çam ağacının olduğu yerden döndü, sıra sıra dizilen kavakların yanından hızla geçti. Karşısına bir yokuş çıktı, bu yokuşu birkaç dakikada çıkması gerekiyordu ama nefesi yetecek miydi?
Herkesin laf ettiği meşhur yokuş baya dikti. Yokuşun başındaki caddenin öbür tarafındaki evlerle altında yer alan evleri birbirinden ayıran bu yokuş için onları ziyarete gelen herkes bir şey söylüyordu. Caddenin diğer yanındaki bloklarda oturan arkadaşları bile aynı site içinde olmalarına rağmen yokuşu ileri sürerek, ‘Çok uzak kalıyorsunuz’ diye saysanız on apartman etmeyecek mesafeye bahaneler sığdırıyordu.
Bunları düşünürken yokuşun yarısına gelmişti ama nefesi de tıkanmıştı. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Şurda bir ağaç olsaydı da gölgesinde dinlenseydi ne kadar güzel olurdu değil mi? Mesela dallarını gökyüzüne ve yanlara doğru açmış geleni kucaklayan koca bir çınar olsaydı gölgesinde serinleyeceği… Ama nerde? Evet, sitede çok ağaç vardı ama hepsi aynı türden ağaçlardı. Meyve vermeyen, genelde yapraklarını dökmeyen ağaçlar. Üstelik yeni başlayan güvenlik paranoyası ile hepsi tel örgülerin veya kalın duvarların arkasına saklanmıştı. Yani gölgesinde durup bir soluk alacağınız büyük ağaçlar maalesef yoktu.
Yokuşun ortasında durmuş, duvarların arkasındaki ağaçlara bakarken otobüsün durağa yaklaşan sesini duydu. Son bir gayret koşmaya çalıştı, inşallah şoför görür de biraz beklerdi. Durağa doğru tık nefes yarı koşar, yarı hızlı adımlarla yürümeye başladı.
Şehirde oturan bir çok kişi her sabah işe giderken benzer manzaralarla işine gidiyordur. Ve aynı şekilde evine dönüyordur. Bu anlattığım küçük hikayede kahramanın işten eve dönüşü şu şekilde olsaydı güzel olmaz mıydı?
Tıklım tıklım dolu otobüsten durağa geldiğinde yakası paçası dağılmış, çantasını son anda kapıdan kurtararak indi. Karşısında salkım sacak bir söğüt ağacı duruyordu, adımlarını atmaya başlamadan önce söğüt ağacına sığındı, sırtını gövdesine yasladı. Derin bir nefes içine çekti, kokusunu duydu. Çok şükür kendine gelmişti, bütün gün yaşadığı o stres, baş ağrısı yavaş yavaş azalmaya başlamıştı. Eve doğru gitmek için doğruldu, yavaş adımlarla yürümeye başladı. Burnuna köşedeki ıhlamurun kokusu geldi, az öteden güzel koktuğunu buralara kadar duyuran gülün kokusu geliyordu…
Yolda yürürken bir ağacın, bir çiçeğin kokusunu duymayalı ne kadar oldu? O kokladığımız güller, dallarından meyve yediğimiz, gölgesinde soluklandığımız ağaçlar artık birer çocukluk hatırası. Yeşil alanlarımız yok değil var, her ay yüklüce yeşil alan için para ödüyoruz. Ağaçlarımız da var, çiçeklerimiz de… Ama ne ağaçlar meyve veriyor ne de çiçekler kokuyor. Onlar da sadece görsel olarak varlar. Seyrediyorsunuz, dokunamıyorsunuz, koklayamıyorsunuz, gölgesinde oturamıyorsunuz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.