Ahmet Erdem

Ahmet Erdem

Hak Teâlâ ihmal etmez, imhal eder

Hak Teâlâ ihmal etmez, imhal eder



Yıllar öncesiydi. Bir ülkenin senelerine mâl olan kara senaryoların çizildiği günlerde bu ülke çok sıkıntılı günler atlattı.

Şimdinin gençleri pek bilmez,  ama analarımız babalarımız o günleri çok iyi bilir. Dedelerimizin zihinlerinde ve bedenlerinde ise o günlerin izleri hâlâ derin.

Evet mübalağa değil, Türkiye o dönemleri yaşadı. Sıkıntılı, çalkantılı, geri gelmemesi için dua ettiğimiz o günleri…

Faili meçhuller, sokak olayları, devrilen hükümetler ve başbakanlar, ekonomik buhranlar, rayına oturmamış politikalar ve iktidar olamayan hükümetler…

Milyonlarca vatandaşım sistemdeki bu çarpık yapılaşmanın mağduru oldu.

O dönemde olanlara kimse akıl sır erdiremiyordu. Hükümetin icraatları şeffaf değildi. Gazeteler belli zihniyetlerin tellallığını yapıyor, güvenlik güçleri olayları bir türlü aydınlatamıyordu. Her şahıs ve kurum elindeki kuvveti kendi menfaatine kullanıyordu.  Kafalar da ortalık da çok karışıktı.   Yaşananları düşünüp, muhakeme yapan herkesin vardığı sonuç aynıydı:

Bu olayların müsebbibi derin devlet olmalıydı.

Kimse bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyordu. Somut olarak neyi ifade ettiğini de… Olayların içinden çıkamayanlar bu teşhisi koymak zorunda kalıyordu; bu derin devletin işi…

Türkiye iktidarsız hükümetleri çok gördü. İktidar olmaya meyledenlerin ise akıbeti pek hayır olmadı. İçişleri polise söz geçiremiyor, Genelkurmay bağlı olduğu Başkomutana kafa tutuyor, asli görevi istihbarat akışı sağlamak olan MİT, hükümetlerden gizli iş çeviriyordu. Kısacası devletle, devletin kurumları tepişiyordu. Halk ise her gün olanları haber bültenlerinden, birilerini istediği şekilde takip ediyordu. Öyle ki halk kendi derdinden memleketin haline üzülecek vakit bulamıyordu.

Sivas’ta diri diri yakılanlar, Başbağlar’da katledilenler, sokak ortasına bir kurşunla yere serilen gazeteciler, Dersim’de olanlar, düşen helikopterler, kamyonların biçtiği makam otoları… Hepsi muğlakta hâlâ bekliyor. Devletin o kadar derininde gerçekleşmişti ki bu olaylar bugün bile işin içinden çıkılamıyor. Failler ortalıkta cirit atarken, bugün bile halk olaylardan birbirini sorumlu tutuyor.

Dindar vatandaş irticacı dendi dışlandı, Kürtlerin hepsine bölücü yaftası yapıştırıldı. Aleviler kendilerini hep tehdit altında hissetti. Sağ-sol atışmaları kavgalara dönüştürüldü. Halk arasındaki farklılıklarımız, nifak tohumlarının serpilmesi için bir koz olarak hep kullanıldı. Maktul alevi ise, katil sünnidir, mazlum Kürt ise, zalim Türk’tür algısı zihinlere yerleştirildi.

Daha sonradan anlaşıldı ki derin devlet denen bu illet, aslında altında bir organizasyonu barındıran gücü ifade ediyordu. Öyle bir organizasyon ki, devletin kurumlarına, sivil toplum kuruluşlarına, üniversitelere, medyaya, hatta ekonominin patronlarının şirketlerine kadar uzanan bir hareketin karşılığıydı bu. Ve karambole değil, belli bir plan dahilinde, zaman ve zemin gözetilerek, belli bir misyonu üstlenmiş şekilde hareket ediliyordu. Öyle tutarsız, beceriksiz, zeka özürlü insanlardan da müteşekkil değildi bu organizasyon. Yani Türkiye’nin refahı, gelişmesi, dinamizmi karşısında organize olmuş bir gücün varlığı kesindi.

Hatta öyle olaylar yaşandı ki; öldürenler de onlardı, mevtanın cenazesinde çığırtkanlık yapıp, rant sağlamaya çalışanlar da…

Elbette tüm bu olanlar kendiliğinden zuhur etmedi. Her olayın bir faili vardı. Ancak o kaygan zeminde bunlar kendilerini saklamayı çok iyi becerdiler, suçu belli gruplara yıkmayı da…

Milletin sabrının kalmadığı işte bu dönemlerde, dirayetli liderlere, işin ehli siyasetçilere, görevini yapan bürokratlara, yalnızca işini düşünen, Allah’tan korkan memurlara duyulan özlem had safhaya varmıştı.

Elhamdülillah, “Biz bu davaya kefenimizi giydik de baş koyduk”  diyip ölüme meydan okuyan Başbakanları, memleketin çarklarındaki hasarı görmüş, düzeltme vaktinin geldiğine inanan yargı mensuplarını, provokasyonlarla gündemi boğup memleketi infiale götürmeye çalışanlara pirim vermeyen güvenlik güçlerini ve daha nicelerini, gördü bu memleket. Türkiye artık o kara tarihi ile yüzleşecek tecrübede…

Şimdi vakit öc alma değil, hesap verme vakti. Karanlıklar aydınlığa kavuşacaksa, dosyalar dolusu belgelerin yer aldığı, binlerce sayfadan müteşekkil iddianamelerde yer alan suçların hesabı verilmeli. Bu artık şahısların değil memleketin meselesi oldu.

Dün, “Uğur Mumcu’nun hesabını kim verecek?”, “Hrant Dink neden öldürüldü?”, “Susurluk’ta neler oldu?”, “Failler neden bulunmuyor?” sorusunu soranlar, bugün “o, asker dokunmayın”, “öbürü gazeteci susturulmaya çalışılıyor”, “koskoca profesörler gözaltına alınıyor” naraları atıyor.

Peki sormak gerekir. Asker suçsuz, gazeteci masum, sendikacı yapmaz, akademisyen zaten olmazsa kim işledi bu kabahatleri. Bütün suçları işsizler, güçsüzler mi işlemek zorunda… Kaldı ki o dönemde işlenen bir çok suçu aydınlatmaya devletin gücü yetmedi. Öyleyse bu suçları işleyenlerin öyle sıradan vatandaşlar olduğunu söylemek abes olur.

Velhasıl kelam bunların hepsi organize işlerdi… Bugün kimsenin rövanş almaya çalıştığı yok. Tarihte hiçbir dönem yoktur ki Hak tecelli etmiş olmasın. Zalimin yaptığı yanına kâr kalsın. Unutulmaması gereken önemli bir mevzu var.

Hak Teâlâ ihmal etmez, imhal eder

Selam ve dua ile…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
SON YAZILAR