İdeoloji
Bugün insanlığın bedbaht tarafı bilmediği, nereden geldiğini öğrenmediği kelimelerden geliyor. Çehresini görmediğimiz firavunlara taş taşımaktan, ancak kelimesinin büyüsünü çözdüğümüz zaman kurtulabiliriz. İdeoloji kelimesi de bayrak kelimelerden biri. Bütün bir Batı düşüncesinin tarihi ideoloji kelimesindedir.
Cemil Meriç, Sosyoloji Notları, s. 197
İnsanların zihni algıyı ve anlamlandırmayı kolaylaştırmak için kategorik olarak çalışıyor.
Kafalarımızda adeta posta kutuları misali kutucuklarımız var.
Karşılaştığımız her kişi ve meseleyi o kutulardan birisine koyduğumuzda huzur buluyor, rahat ediyoruz.
Mesela televizyonda ilk kez gördüğümüz, radyoda ilk kez dinlediğimiz bir düşünürü zihnimizdeki “modernist yarı aydın”, yahut “gelenekçi yobaz”, veya “çağdaş entelektüel” kutucuğuna yerleştirmemiz için birkaç anahtar kelime yakalamamız yetiyor. Yahut tarihi bir karakterin zihnimizdeki bir başka kutucuğa atılması için çoğu zaman itibar ettiğimiz başka kişilerin temelsiz kanaatleri kâfi gelebiliyor.
Zihinlerimizdeki “İslamcı”, “Türkçü”, “batıcı”, “Osmanlıcı”, “tarikatçı”, “ırkçı” gibi etiketler taşıyan “kutular” hayli kişiye ve esere ev sahipliği yapıyor.
Hâlbuki çoğu zaman, ne meseleler ne insanlar bizim kafamızda uydurduğumuz küçücük kutulara sığar.
Hayatta hiçbir şey siyah beyaz değildir. Herkesin ve her şeyin çok sayıda rengi, her rengin çok sayıda tonu vardır.
Ama beyinlerimizin bu devasa veri ile başa çıkma yolu basitleştirmek ve kaba kategorilere indirgemek.
Maalesef beynimizin bize konfor getiren bu çalışma şekli, hatalı algıların, yanlış kabullerin kapısını ardına dek açıyor.
Nasıl mı? Bir misal üzerinden gidelim.
Bugünden geriye doğru okumalar yapan araştırmacılar hemen dört tane allı pullu “kutu” ile karşılaşırlar: “Osmanlıcılık”, “İslamcılık”, “Batıcılık”, “Türkçülük”.
Ders kitaplarımız yakın tarihimizin tüm figürlerini tek tek yakalayıp bu kutulardan birine tıkmak için adeta birbirleriyle yarışır.
Mesela araştırmacıların Mehmet Akif Ersoy’u yahut Said Halim Paşa’yı tanımak için başvuracağı kaynakların birçoğu onları tereddütsüz “İslamcı” kutusuna yerleştirirler.
Burada iki farklı problemi görmek gerekir.
Bu dar tasnifler belki ilköğretim seviyesi için pedagojik bir değer taşıyabilir ama yetişkin zihni için bir felaket sayılmak gerekir.
Analitik, araştırmacı, hakikatin peşinde koşan zekâlar, hakikatin bu dar kategoriler üzerinden kavranamayacağını bilirler.
İkinci problem “kutuların” bizim kendi kişisel ve toplumsal şuurumuzun bir ürünü olmayışıdır.
İslamcılık, mazisi 150 seneden uzun olmayan, tıpkı diğer ideolojiler gibi Avrupa menşeli bir ideoloji. Yusuf Akçura, “Osmanlı ülkelerinde, garpten feyz alarak, kuvvet kazanmak ve terakki arzulan uyanalı, belli başlı üç siyasî yol tasavvur ve takip edildi sanıyorum” diye başladığı “Üç Tarz-ı Siyaset” isimli meşhur eserinde Osmanlıcılık, Türkçülük ve İslamcılık ideolojilerinin üçünün de batı kaynaklı olmasına dikkat çeker.
Yani ne kadar “yerli” görünürse görünsünler, “Osmanlıcılık”, “İslamcılık” ve “Türkçülük” batı kaynaklı, bu toprakların bağrından çıkmamış, bize yabancı ideolojilerdir.
Tarihi hadiseleri, şahsiyetleri ve eserleri ideoloji gözlüğü ile algılamak, bu batı menşeli düşünce kategorilerini benimsemek anlamına gelir.
Hâlbuki her tanım bir müdahaledir. Yapılan tanımı benimsemek, zihinlerimizde gerçekleştireceği her türlü müdahaleye razı olup batının ameliyat masasına kendini bırakmak sayılır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.