Bir şehri sevmek veya sevmemek
Yine bir mevsim daha bitiyor. Sarı renkleriyle sonbahar sona ererken, şehirden insana sirayet eden bir hüzün var sanki sokaklarda.
Yağmurun çokta güzel yağdığı bu günlerde yağmur sonrası o harika manzarayı seyrederken niye birçok insanın seni sevmediğini düşünüyorum. Evet, haksızlık etmeyelim başta bana da çok sevimsiz gelmiştin. Alışamamıştım bozkırına... Denizi ve yeşili olmayan bir yer düşünemiyordum. Sokaklarında dolaşırken ne zaman yokuş aşağı inecek olsam gözlerim ufukta denizi arar, ama sadece havadaki o toz bulanıklığını görürdü.
Ama şimdi günün telaşesinin bittiği, sokakların boşaldığı, bu yağmurlu akşamda yavaş adımlarla eve dönerken ‘Bir şehri insan niye sever veya sevmez?’ diye düşünüyorum.
Bir şehri sevmek için illa denizi mi olması gerekir? Ya da yemyeşil olması… Tarihle, kültürle yoğrulması, sanatın beşiği olması… Hangisi? Hepsi belki de. Bütün bu nedenler bir şehri sevmek için çok güzel nedenlerdir ama yeterli midir?
Bütün bunların bir araya toplandığı yerleri sevmek için özel çabaya gerek yoktur. Kolaydır buralarda yaşamak. Her şey elinizin altında, gözünüzün önündedir. Belki onun için kıymetini bilen azdır öyle şehirlerin. İstanbul’da olduğu gibi.
Oysa bu şehir… Seni sevmediğini söyleyenlerin nedenlerini düşünüyorum. Duyunca canını acıtacak şeyler tabi bunlar. En başta ruhsuz olduğun. Soğuk binaların, resmiyetin, bürokrasin. Düşünüyorum da 10 yıldan sonra katılmıyorum artık bu söze. Bir kaya parçasının bile bir anlamı olduğu bir yerde bir şehrin nasıl ruhu olmaz? Her ne kadar asırlık olmasa da tarihin senin de bir ruhun var. Neler, neler yaşadın, neler gördün? 600 yıllık çöken bir imparatorluktan dünyaya meydan okuyarak özgürlüğünü kazanan yeni bir devlet çıkardın. Altı kıtaya nam salan bir imparatorluktan geriye kalan küçücük bir toprak parçasıydı ama anaydı, Anadolu’ydu… Sen’in bağrından çıkmıştı.
Bir şehrin ruhu kurulduğu yerdedir. Yüzyıllara meydan okumuş, medeniyetler görmüş geçirmiş kalenin dibinde yeni bir devletin adı konulduğu yerde bu şehrin ruhu. Belki o yüzden orası hep daha sıcak ve sevimli geliyor insana. Orada sadece bu şehrin değil bir ülkenin başlangıç tarihine şahit oluyor insan. İlk Meclis, Kuruluş Müzesi; insanın ruhunda Kurtuluş Savaşı’nın çetin günlerini, ne zor şartlarda ayakta kaldığımızı bize tekrar, tekrar hatırlatıyor. Ya Hacıbayram… Orda avluda oturmak, güvercinleri yemlemek, o uhrevi havada insanları seyre dalarak, dünya hayatının geçiciliği üzerine düşünmek, kararlar almak yeniden baştan hayata dair, umutlar beslemek…
O çok sevdiğin güvercinler yok mu bir de. Ben en çok seni, kedilerin ve güvercinlerin sevdiğini düşünüyorum. Kedilerin ünlü zaten ama güvercinlerde eklenmeli bu listeye. Ben başka hiçbir şehirde bu kadar çok güvercin görmedim çünkü. Her ne kadar onlarla aramızda bir anlaşmazlık olsa da senin bu haylaz çocuklarını sevememezlik edemiyor insan.
Ya kalenden seni seyretmek. İnsan ruhunu yansıtan resim gibidir görüntün. Kimi yerde neşe, kimi yerde hüzün. Romalı bekçinle beraber burçlardan üzerine yayılan akşam güneşini seyrederken, bir şehri sevmenin ona kendinden bir şeyler vermek olduğunu daha iyi anlıyor insan. İnsanlarıyla güzeldir bir şehir, insanların yaptıklarıyla... Bir şehrin eğer ruhu yoksa en başta orda yaşayan insanların da ruhu yoktur. Mekanlara ruhu katan insanlardır çünkü.
Tamam İstanbul bir başka… İstanbul gibi diyar, ana gibi yar olmaz. Kültür denilince o gelir akla, sanat denince o… Yanlış anlama sakın, seni kimseyle yarıştırmak değil gayem. Bozkırın ortasında, güneşin havada titrediği zamanlarda gözlerim yanarken seni kendime yoldaş hissediyorum. Bir akşamüstü kitapçılarında dolaşırken, camları buğulanmış pastanelerinde salep içerken, güzel dostlarla bir fincan kahve eşliğinde insanın niye kendini değiştiremediğine dair hiç bitmeyecek sohbetler ederken, yağmur altında kedilerle birlikte dolaşırken ve bu şehirde bunca güzel anı varken, seni güzelleştirecek tek şeyin biz insanlar olduğunu biliyorum. Bir insanın ruhu ne kadarsa bir şehrin ruhu da o kadardır. Senden önce galiba biz ruhlarımızı güzelleştirmeliyiz. İlk adımı biz atmalıyız…
Not: Bu yazı daha önce İlbank Dergisi Mart-Nisan 2010 sayısında yayınlanmıştır.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.