Zamana akmak
Bu yıl bir başka hissediyorum zamanı. Geçen yıl da ondan öncekinden başka hissediyordum. Sanki her yıldan biraz çalıyorlar da, Dünya Güneş’in etrafını daha hızlı turluyor gibi. Yıllar geçtikçe zamana akıyoruz ve yıllar geçtikçe bunu fark ediyoruz. Zaman bir okyanus gibi sonsuz ve ufka kadar parlayan durgun bir su iken başlarda, yıllar geçiyor ve aslında gök kubbeden boşluğa çağlayan bir şelale olduğunu anlıyoruz. Her canlı bir gün şelaleden düşecek tabii, biliyoruz. Sonsuza kadar bir ağaç köküne ya da sivri bir kayaya tutunamayız ya. Kollarımız yorulur ve ardımızda bırakırız tutunduğumuz her şeyi.
Fakat hayatımızı bir gün şelaleden düşeceğimiz gerçeği ile yaşamayız hiçbir zaman. Şelalenin sonuna bakmazsak düşmeyeceğimiz gibi absürt bir fikre kapılabiliriz belki de. Kısacası kaçarız. Maupassant’ın, kabalığı ve bayağılığıyla üstüne karabasan gibi çöken Eyfel Kulesi’nden kaçması gibi; gözümüze korkunç gelen şelaleden kaçarız ömrümüz boyunca.
Yıllar geçtikçe zamana akıyoruz ve şelalenin hırçın suları yüzümüze çarpıyor acımasızca; şelalenin sonuna gelene kadar ki zamanı hatırlayabiliyor muyuz?
Mesela; Narkissos’un aynasında yalnızca kendi suretimiz, başkasını sığdıramıyoruz. Biz neden başkasını sevemiyoruz?
Sonra, adını toplum koyduğumuz kaygılarımıza dolu ceplerimiz. Aslında kendimizden korktuğumuzu itiraf edemiyoruz kendimize, asla. Onun yerine “El alem ne der?” diyoruz ve geçip gittiğini zannediyoruz.
Ve tabii, yarım bıraktığımız veya okumaya hiç başlamadığımız onlarca kitap var başucumuzda. Okumaya zamanımız olmadığını söylemek de en sevdiğimiz yalanlardan. Bununla kitapları mı kandırmayı düşlüyoruz?
Yıllar geçiyor ve zamana akıyoruz dostlarım. Nizâmülmülk’ün Ömer Hayyam’a yalnızlığından yakınması geliyor aklımıza; “Yalnızım ben Hoca Ömer!” diyor. Şimdi dünya milyarlarca insanla dolup taşarken bile, yalnızız aslında. Kimsenin gerçekten yanında olmayışımız, kimsenin gerçekten yanımızda olmayışıyla sonuçlanıyor ve Büyük Selçuklu’yu adıyla andığımız o adamdan daha yalnız kalıyoruz. Yalnızız, çünkü kendimiz gibisini arıyoruz, bulamıyoruz.
Ve zamana akıyoruz. Sessizce. Kimsenin haberi olmadan; denize düşüp kaybolan su damlası, toprağa karışan toz zerresi gibi adeta.
Yaşamakla yaşamamak arasında bocalayan insanların yuvasını bomboş ve soğuk ellerimizle selamlıyoruz. Son kucaklaşmamız ellerimizin aksine sıcak hatta yakıcı oluyor belki de.
Ve Fahri Oğuz’un şu sözleri geliyor aklımıza;
“Ya ben uyurken gelirsen, ya ben uyurken alnıma elini uzatmak geçerse içinden… Beni uyandır. Beni uyandır, ben penceremin deliğinden giren gün ışığını bir defacık daha görmek istiyorum.”
Ağırca bir zaman geçiyor üzerimizden, belki uzun belki kısa. Şelalelin o kaçmakta ısrarcı olduğumuz sonuna geliyoruz ve biri alnımıza dokunup uyandırıyor bizi. Penceremizin deliğinden son kez gün ışığını seyrediyoruz.
Belki de en başında hatırlamamız gereken sözler şimdi geliyor hatırımıza;
“Kalk haydi,” diyor Hayyam. “Ebediyen uyuyacağız zaten.”