Yöneticiliğe Dair...
Bir devletin devamlılığı, bir milletin varlığı için mühim gerekliliklerden birkaçı; millette yer bulan tarih şuuru ve yöneticilerdeki liyakattir. Liyakat, bir işe hakkını vermek becerisidir. Bu beceri ahlâk prensibi olan emanete riayet etme temeline oturur, eğitimle ve tecrübeyle kazanılır ve adalet ile tecelli eder. Yusuf Has Hacip der ki; “Faydalı olan kişi oğuldan daha yakınken; faydasız oğul uzak durulması gereken düşmandır.” Liyakat odur ki gerektiği takdirde yöneticiye oğlunu düşman bildirir. Liyakatli kadroların görevde olmaması Allahummehfazna toplumu helaka ve adaletsizliğe sürükleyebilir. İşte günümüz yöneticilerine düşen en mühim vazifelerden biri liyakati kıstas almalarıdır. Bu hususta Allah Resûlü (s.a.v) yüksek bir aileye mensup bir kadının hırsızlık etmesi üzerine iltimasa gelenlere: “Başka toplulukların mahvolmalarına sebep, ölçüleri zayıflara tatbik ve kuvvetlileri müstesna tutmak olmuştur. Yemin ederim ki, kızım Fâtıma hırsızlık edecek olsa elini keserim.” diyerek bu liyakat tablosunu ümmetine bırakmıştır. İnancımızın da gereği olarak işi kesinlikle bilene, yani emaneti ehline vermek elzemdir.
Tarih şahitlik etmiştir ki devletler ancak adalet ile kaim olabilmiştir. Türk yönetim kültürü adalet ile teşkil olmuş, millete nüfuz etmiş ve tekâmül etmiştir. Yusuf Has Hacip’in ifade buyurduğu gibi “Bey adil olmalıdır. ” Bilhassa sinesi yaralı mazluma, karmakarışık dünyanın ıstıraplarına mukabil adalet en tesirli merhemdir. Bir devletin mülküne temel teşkil eden adalet, yurt sathında ve vicdanlarda pare pare tecelli etmelidir. Bilakis atamız Fatih Sultan Mehmet’in buyurduğu gibi “adaleti öldürdüğün gün devlet de ölür....” Yönetici kimse en derin rikkatle en ileri adaleti bir arada temsil etmelidir. Bilinmeli ki bir devlet hakiki manada ancak adl ile yükselir, zulm ile yıkılır. Yönetici kişi, felç olan adaleti ayağa kaldırmayı şiar edinmelidir.
Nizamülmülk’ün de değindiği gibi yönetici, ilim yoluyla yürüyen, münevverine sahip çıkan, ilim adamlarına gerekli ehemmiyeti ve saygıyı gösteren kimse olmalıdır.
Yönetici kimse her halükarda hakkı gözeten olmalıdır. Hz. Ömer devrinin İslam orduları murahhası Maaz Hazretleri, Bizans’a gönderildiğinde Bizans tarafından üstünde oturması için ipekten bir halı gösteriliyor ve murahhasın verdiği cevap; “Fukaranın hakkını ve kanını sömürerek dokunmuş bir halıya oturamam!” İşte yönetici kişi söz konusu hak olunca bu denli keskin olmalıdır. İnsanların haklarını emniyet altında tutmalı, isyana kalkıp nimetin küfranına düşmemelidir.
Yönetici olan kişi; bu konuma niçin geldiğini, sonunda nerede karar kılacağını, dünyanın kendisinin bir konak yeri olduğunu ve ebedi karargâhı olmadığını bilmelidir.
Yöneticilik saadete ermeyle bedbahtlığa düşme arasında ince bir çizgidir. Bundan mütevellit, yönetici kıymet bilmeli, kıymet vermeli, zalim olmamalı ve her daim zulmün karşısında olmalıdır.
Yönetici, aslını var eden değerlere sahip çıkarak ülkesini ileriye taşıma gayesinde olmalıdır.
Aliya İzzetbegoviç; “Ve her şey bittiğinde, hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.” diyordu. Yönetici kimse dostunu iyi bilen ve zor gününde onu sahiplenen olmalıdır.
Cemil Meriç, “mazideki kudretimiz hatıra olarak da yaşasa ayakta durmamızı mümkün kılmıştır.” der. Bize hatıra kalan, bizleri ayakta tutan mazideki kudretimiz, devlet geleneğimiz diriliş hasretiyle yarınları bekliyor ve kışırdan künhe erişmenin özlemini duyuyor. İşte yönetici kimse, birkaç asırlık mahrumluğumuzu derinden derine inceleyerek ve onun hınciyle harekete geçerek bu özleme vuslat edecek olan olmalıdır.
Yöneten, inancımız ve tarihimizin emrettiği üzere dünyanın neresinde bir mazlum varsa onunla ilgilenmeyi kendisine memur edinmeli, milli hassasiyetlerle zulmün karşısında durmayı kendisine vazife bilmelidir.
1517’de Halife Mütevekkil Alallah Yavuz Sultan Selim’e halifeliği devrederken onu hutbeden “hâkimü’l-Haremeyn” olarak ilan ederler, cemaatin arasında bulunan Yavuz Sultan Selim yerinden doğrularak “Haşa! Haşa! hâkimü’l-Haremeyn değil, hâdimü’l-Harameyn!” diye bağırır. Yani Mekke ve Medine’nin hâkimi değil, hizmetçisiyim der. Devlet yönetimini elinde bulunduranlar büyük bir sorumluluğa sahip olmalıdır, vebal hissetmelidir. Bu vebal hissi millet ve devlet adına alınacak kararlarda, atılacak adımlarda yöneticilere rota çizmelidir.
Osmanlı padişahlarının kendilerini “Zıllullah-ı fi’l-Arz” telakki etmelerinin sebebi de sorumluluk hissinin aşıladığı cihan düzenini sağlama fikridir. Zaten bu fikirdeki inanç büyük ve uzun ömürlü cihan imparatorluğunun kurulmasına vesile olmuştur. Çağımızda da yöneticilere düşen vazife aynıdır. İslami kıstaslar dâhilinde, değerlerimizin kazandırdığı hassasiyetle aç olanı doyurmak, muhtaç olana yardım etmek, açıkta kalana sığınacak bir yer temin etmek ve ülke adına milli menfaatleri korumaktır. İnanan, fedakâr insanlar bunu başaracaktır. Gaye nimete konmak değil, nimeti millete sunmak olmalıdır. Mesele hâkim değil, hadim olabilmektir. Bugün de almadan verebilmeli, Allah rızası güdülmelidir.
Yönetici kimse arkasında namuslu bir hikâye bırakabilendir.