Tarih Okuyanın Aklı Çoğalır
Büyük âlim, İmam Şafiî rahmetullahi aleyhinin az bilinen bir özlü sözü vardır; “Tarih okuyanın aklı çoğalır.”
“Tarih bir milletin hafızasıdır” demişler. Tarihini bilmeyen bir ümmet, hafızasını kaybetmiş insan gibidir; kendisinin kim olduğunu, dostunu, düşmanını, hayata nasıl bakması gerektiğini, meselelerini nasıl çözebileceğini bilmez. Çünkü nasıl ki bir insanın kimliği ve kişiliği, gençliğinden bu yana devam ettirdiği hayat görüşüyle şekilleniyorsa bir toplumun da kimliği, tarihiyle birlikte ortaya çıkar. Bu sebeple İmam Şafiî’nin dediği gibi, tarih okumak insanın aklını çoğaltır; zira bir harita sunar, yol gösterir. Ancak elbette tarihi doğru kaynaklardan okumak şartıyla…
İnsanoğlunun incelediği ilim dallarından, en çok felsefe ve ideoloji yorumlarının karıştırılmasına en müsait olanları beşeri bilimler ve bilhassa tarihtir. Tarih ilmi, her ne kadar geçmişte olan hadiselerin aktarımında objektif olmaya çalışsa da ister istemez, tarih yazarının dünya görüşünü yansıtır. Mesela maddeci dünya görüşü, insanlık tarihini sırf maddi kaynakları ele geçirme mücadelesinden ibaret görür. Böyle bir bakış açısına sahip olan tarih yazarlarının kaleminden İslam tarihini okuyanlar, asla mukaddes diyarları, Hac yolunu ve Ümmetin birliğini, beraberliğini muhafaza etmek için yapılan fedakârlıkları anlayamaz. Anlamadıkları için de görmezden gelir veya bu hassasiyetleri küçümseme yoluna giderler.
Bu sebeple Müslümanların tarihe bakışı, kendi dünya görüşlerine uygun olmak zorundadır. Mesela insanların çoğu, tarih denilince kendi kavminin yüceltildiği bir tarih okumasını anlar. Elbette insan fıtrat olarak kendi ana babasını, akrabasını nasıl seviyorsa, ecdadını ve milletini de sevmeye eğilimlidir. Bilhassa ecdadı hak davaya, Hakk’ın dinine hizmet ederek yücelmişse…
Dünyaya adaletiyle ve insanca medeniyetiyle nam salmış bir toplumun tarihini, biraz destan tadında okuması da anlayışla karşılanabilir bir durumdur. Hele de, dili, alfabesi değiştirilerek tarihinden koparılmaya çalışılmışsa, ecdadına küfreden bir resmî tarih okumaya zorlanmışsa buna tepki ve telafi niyetiyle, tarihini biraz yücelten bir gözlükle okumasını anlamak zor olmasa gerektir. Fakat bu gerçeğin bizi Ku’ran-ı Kerim’in öğrettiği, tarih tefekkürü anlayışından koparmasına da izin vermemek gerekir.
Kur’an-ı Kerim’i okuduğumuz zaman, büyük bir bölümünün kıssalardan teşekkül ettiğini görürüz. Ku’ran-ı Kerim’de kıssa anlatma metoduna başvurulmuş olması, hiç kuşkusuz insan yaratılışına çok uygundur. Çünkü insan geçmişte yaşayan insanlarla, bilhassa kendi atalarıyla aidiyet bağı kurar; onların devamı olarak aynı vazifeyi sürdürme, aynı bayrağı devralıp ileri götürme isteği duyar.
İnsanoğlunun bu dünyada yaşadığı fani hayata anlam yüklemesi, ancak bir devamlılık fikriyle mümkün olur. Sanki fertler, milletlerin nabzı gibidir. Fert olarak insan geçicidir, ama aynı duyguyla çarpan yürekler, aynı acılarla yanan sineler, aynı gayeye adanan ruhlar, sanki ölümsüz gibidir. Sonu ölümsüz bir âleme uzanacak olan manalı bir hayat, ancak böyle bir ruhla yaşanabilir.
Sanki birbiri ardınca gelen nesillerle oluşan iman ehli ailesi, elest bezminde doğan ve kıyamete kadar, yeryüzünde Allah’a kul olma ahdini tutmak için bir bayrak yarışını devam ettiren dava arkadaşlarıdır.
Peygamberler, bu büyük davanın öncüleri, rehberleri ve muallimleridir. Onlar ve onların başından geçen haller, bize en büyük ibrettir. Kıyamete kadar gelecek hadiselerde ümmetin en büyük dayanağı ve maneviyat kaynağı, Ku’ran’da kıssaları anlatılan geçmiş Peygamberlerin halleridir.
Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Âdem’den bu yana insanlık tarihinin önemli kilometre taşlarını işaretleyerek bize bir yol haritası çizer. Modern tarih gibi, rakamlara, isimlere ve benzeri detaylara dikkati dağıtmaz; sadece zaman ne kadar değişirse değişsin, değişmeyecek iman küfür mücadelesine vurgu yapar.
Firavunun adı, yaşadığı tarih, hangi savaşları yaptığı önemli değildir, onun gibi niceleri gelip geçmiştir, asıl olan onun imanda öncü olmayı reddedip mani olmayı tercih edişidir. Bu onu küfrün, kör inadın, dünyevi imkânlarla şımarıp kibirlenmenin bir simgesi yapmıştır. Bu simge her çağda farklı simalarda kendini tekrar ortaya koyacaktır, çünkü insanın nefsinde değişmeyen şeyler vardır ve her çağda yeni şekillere bürünerek ortaya çıkacaktır.
Firavunun karşısına çıkıp hakka davet etme cesareti gösteren Musa aleyhisselam ise Allah’ın bize örnek gösterdiği kahramandır. Bebekleri katletmekten çekinmeyen bir zalimin karışsına çıkıp, “Sen kavminin Rabbi değil, beni Peygamber olarak seçen Rabbimin kulusun” diyebilmek… Musa kelimullah, Allah ile konuşan Peygamber ve Allah’ın yeryüzünde konuşan sesi olan Peygamberi…