Şiddetsizlik
1890’da doğan Bacha Khan Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmak ve Pakistan’daki Pashtunlar adına haklar elde etmek için ‘şiddet içermeyen sivil itaatsizlik’ yaparken şu sözleri kullanmıştır; “şiddetsizliğe inanan biriyim ve şiddetsizlik uygulanıncaya kadar dünyada barış ya da sükunet yaşanmayacağını söylüyorum, çünkü şiddetsizlik sevgidir ve insanlarda cesaret yaratır.”
Konuşalım dostlarım, şiddet nedir? Kaynaklar şiddeti güç ve baskı uygulanarak insanların bedensel veya ruhsal açıdan zarar görmesine neden olan bireysel veya toplu hareketlerin tümü olarak açıklar. Bir bireye nasıl şiddet uygulanır? 17 yaşında babasının baskılarında boğulmamak için evlenen fakat sözde ‘eşi’ olan adamın uçurum kenarındaki yaşama sevincini ayaklarıyla tekmelemesi ve hayatını mezar taşında kanlı birer rakama hapsetmesi sonucu sonsuz karanlığa gömülen bir hayat şiddet görmüştür. Yine aynı yaşlarda, hayalleri göğsüne sığmayan delikanlının yüzüne gerçek olmayan gerçekleri vurup bir de ağladığı için cinsiyetinin sorgulanması şiddettir.
Her gece masal okunup ninni söylenmesi gereken kulakların her gece vahşete şahit olması şiddete örnektir. Sıcak bir gülümsemeye karşılık aşağılayıcı bakışlarla başını gökyüzünde sanmakta şiddettir, yeri göğü zayıf bir kalbe çok görmekte. Son gözyaşına sebep olmakta şiddettir, son nefese sessiz kalmakta. Daha milyonlarca örnek veririm; ama ne sizde dayanacak güç kalır, ne bende yazacak kuvvet. Bireysel şiddeti belki de hepimiz yakından tanıyoruz. Belki alıştık, belki hâlâ canımızı öyle yakıyor ki kum saatindeki son kum tanesi düşmek üzere.
Belki bir “Dur!” dedik ve ses tellerimiz yırtılana kadar, sesimiz duyulana kadar bağırdık hayata. Belki de sessizce saklanıyoruz, içimizde birikti onca zehirli hatıra, onca ok yarası var sırtımızda. Kim bilir belki okuyucumun onun yerine
“Dur!” diyen gözyaşları düşmüştür satırlarıma. Peki ya daha fazla “Dur!” diyebilsek…
Sadece kendimiz için değil, bizim gibi olan herkes için gözyaşı dökebilsek… Bir topluma nasıl şiddet uygulanır? Söyleyin, söyleyin; Savaş, katliam, soykırım, ırkçılık, faşizm…
Nedir, nedir? Yağmur altında dans eden sırma saçlara barut yağması şiddettir. Yatak bazasının altında saklanırken annenin ölümüne, ablanın çığlıklarına şahit olmak, babanın gözlerinde akıp giden çaresizlik ve ölüm sancılarında kaybolmak şiddettir.
Sadece huzur isteyip kaçmaya çalışan insanların son gecelerini ‘katliam’ olarak tarihe kazımak, insanları birbirinin kanına boyamak şiddettir. Bomba dolu kuşların gelişini seyretmek de şiddettir, mutluluğu molozların altında kaybetmekte. Kaçak bir gemide sular altına gömülmekte şiddettir, ruhuna varana kadar ateşe verilmekte.
Mermi kovanlarını seksek taşı yapmak da şiddettir. Tıpkı boş olmayan mermileri hayatlara bedel etmek gibi. Konuşmamak da şiddettir! Konuşmasına izin verilmeyen nefes de şiddet görmüştür, konuştu diye sonsuzluğa susturulanda.
Özgürlük adı altında kalemi kırılıp sözleri boğazına bedel olanda. Fakat yine de susmak en büyük şiddettir! Korku saran vücudunu boyunu aşan gözyaşı denizinde kıyıya atmak kadar, binlerce kabusa neden olmak kadar şiddettir.
Susmak…
Toplumsal şiddette aslında şah damarımız kadar yakınımızda. Kendinizde bulamazsanız; tül örtüler arkasında, uçurtma iplerinde, kör bir dilencinin ayaklarının dibinde bulabilirsiniz onu. Şiddet acının ta kendisidir.
Acıdan doğar, acıdan beslenir, acı doğurur ve bu böyle sürer gider. Bu yüzden en büyük korkularım gelecek üzerine. Stephan Spender’ın dediği gibi; gelecek gömülmüş bir saatli bomba gibi ama bugün tiktaklarını duyuyoruz. İnsanla hayvan arasındaki özgül ayrımın kaynağı, akıldır. Aklını kullanmayı reddeden insan, iğrenç ve canavarca davranır. Ben ‘şiddetsizliğe’ inanan biriyim. Ve şiddet var olduğu sürece insanın ‘insan’ olduğunu reddedeceğim.