Seyirci miyiz yoksa şahit mi?
Yeryüzünün neresine gözünüzü çevirseniz, neresine kulağınızı kabartsanız feryat eden anaların, çocukların Müslümanların evlatları olduğunu fark edersiniz.
Öyle ki; artık ardı ardına yaşanan katliamları ve Suriye’de, Arakan’da, Filistin’de arşa yükselen feryatları dünyanın büyük bir kısmı dizi rahatlığında, kan ve gözyaşını kanıksamış şekilde seyrediyor.
Böylece yaşanan vahşet ve katliamlar ile insanlık dramı karşısında saflar; yaşananlara seyirci kalanlarla şahit olanlar şeklinde ayrışıyor. Olaylara seyirci kalmak edilgen bir hali, hatta tavır dahi olmayan pasif bir duruşu içinde barındırırken, şahit olmak ise olayların bizzat içinde yer almayı, meseleyi sahiplenmeyi ve hesap verme bilincinde olmayı gerektiriyor. Günümüzde ise ne yazık ki genel görüntü; seyirci kalarak alışmayı, vahşeti sıradanlaştırmayı işaret ediyor.
Bugün seyirci-şahit ayrışmasında; Müslümanlar olarak birbirimize ne kadar yakınız ya da uzağız? sorusu kilit bir noktada durmaktadır. Kilometre bazındaki uzaklık ya da yakınlıktan bahsetmiyorum elbette. Derdiyle dertlenmek, geçmişte olduğu gibi yaraya merhem, derde deva, sadra şifa olacak yardımı yapmak şeklindeki bir yakınlıktan bahsediyorum. Yardım derken de; Suriye’de, Filistin’de, Arakan’da vb. coğrafyalarda zulüm altında inleyen Müslüman kardeşlerimizin ya tok ölmeleri ya da asıl sorunlarının ötelenmesi sonucunu doğuran yardımdan değil, zalimin elini tutup zulmetmesini engelleyecek, akan kana ve gözyaşına son verebilecek bir devlet otoritesiyle yapılan zulme güç anlamında denk müdahaleyi kastediyorum. İşte şahitlik esaslı yardım ancak bu şekilde olur ve bu yardım köklü çözümü işaret eder. Fakat yakınımızda hem de çok yakınımızda olan yardıma muhtaç Suriyeli kardeşlerimiz içinde yapabileceğimiz bir şeyler olmalı. İşte Suriye’deki zulümden kaçarak Ankara’ya sığınmış Suriyeli Müslüman kardeşlerimiz içler acısı halleriyle bu yardımı hak edenlerin başında geliyor. Bugün Ankara Site-Yıldız civarında bulunan Feridun Çelik Mahallesinde 700 civarında Suriyeli mülteci aile yaşam mücadelesi veriyor.
Havaların soğumasıyla barınmadan ısınmaya, işten aşa birçok sorunla başa çıkmaya çalışan Suriyeli mahalle sakinlerine bazı vakıf ve dernekler ile yardımsever Müslümanlar yardım etse de ihtiyaçların ancak bir kısmı karşılanabiliyor. Yakacak odun kömürden tutunda sobaya, bebeğine içireceği sütten çocuğunun ayağına giydireceği ayakkabıya ve çalışacak işe kadar herşey ihtiyaç listesinde yer alıyor.
Ankara’nın bu gecekondu semtinin her bir köşesi ise tazeliğini koruyan ayrı bir acı hikayeyi barındırıyor. Bu mahallenin camisinde ise yüzlerce Suriyeli çocuk Kur’an ve İslami ilimler dersleri görüyor. Camide ders veren 3 fakülte mezunu akademisyen Ebu Bera Suriye’deki hayatlarını; ‘ölüm içinde yaşam’ şeklinde tarif ediyor. Kanıtı ise 17 gün dahi olsa Suriye hapishanelerinde şahit olduğu kan dondurucu sahneler ve en hafifiyle sakalının yakılması ile başına gelenler.
Son dönemde ev yakmaya kadar varan olayları Ebu Bera, Suriyeli aileleri Türkiye’den kovmak, Türkiyeli Müslümanlarla kardeşliklerini bozmak, ‘İşte Suriye halkı böyledir’ dedirtmek için Suriye rejimi tarafından gönderilmiş mülteci kılığındaki kişiler tarafından planlanmış olaylar olarak değerlendiriyor.
Ayrıca Ulus, Kızılay gibi merkezi yerler ve birçok ilçede sık sık görülen Suriyeli kadın ve çocuk dilenci sorununu ise; Suriye’den gelmiş her çeşit insan olduğu için bu tip insanların kenarda, köşede olabileceği ve bunların içerisinde çingene mizaçlı, dilenmeye alışmış insanlarında bulunduğu şeklinde değerlendiriyor. Ayrıca kendi bölgelerinde her kapıyı çalıp, ihtiyaçları tespit ederek yardımsever Müslümanlar, vakıf ve dernekler vasıtasıyla ihtiyaç sahibi Suriyeli ailelere yardımcı olmaya çalıştıklarından böyle bir durumun kesinlikle söz konusu olmadığını hararetle anlatıyor ve camideki çocukları göstererek; ‘Elinde Kur’an olan şu çocuklardan hangisini sokakta dilenirken görebilirsiniz?!’ diye soruyor. Camide konuştuğum yaşları 4 ila 12 arasındaki çocukların hepsinin gözlerinden yaşadıkları acılar okunabiliyor. Bu çocuklardan kimi annesini, babasını, kimi abisini, ablasını, kardeşlerini, kimi yakın akrabalarını savaşta veya bombardımanda kaybetmiş. Üstelik hiçbiri suçlarını dahi bilmiyor. Tek söyleyebildikleri; ‘Biz Esad’a ne yaptık ki?’ oluyor. Bombardımanda babasını kaybetmiş 11 yaşındaki Halepli Aliye Umran, Esad karşımda olsaydı, yüzüne; ‘Bizi yetim bıraktığın gibi senin çocuklarında yetim kalsın.’ diye haykırırdım diyor ve hıçkırıklara boğularak ağlıyor.
Evet, şahit olduğum bu manzaralar bana, kardeşinin yardıma muhtaç halini görerek yardımına koşmanın, onun yaralarını sarmanın, hatta kardeşini kendisine tercih etmenin; bizi kardeş yapan İslam akidesinin temelini oluşturduğu bu ümmetin her bir ferdinin hamurunda olması gereken bir haslet olması gerektiğini bir kez daha hatırlatıyor. Hâlâ hatırlamakta zorlananları ise Suriyeli mülteci kardeşlerimizin yaşadığı o mahalle yüzlerce acı tablo ile bekliyor.
Yine de hatırlamayanları Rasulullah sav’in şu hadisiyle baş başa bırakıyorum: “Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez ve onu teslim etmez. Kim, kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Kim, bir Müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, bu sebeple Allah da onu kıyamet günü sıkıntılarının birinden kurtarır. Kim bir Müslümanı örterse, Allah da kıyamet günü onu örter.” (Buhari-Müslim)
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.