Hüseyin Taklacı

Hüseyin Taklacı

Ölüm

Ölüm

Bir masal gibidir yaşam. Ölüm ise uyudun uyanamadın olacak kadar basit, ama gerçek bir son ve başlangıç. Emellerimizle daimi yaşayacağımızı zannederiz hep. En yakınımızdakilerin ölümünde bile kendimize pay çıkarmayız asla. Büyük bir hakikat olan ölümü anlamaya, idrak etmeye yanaşmayız nedense. Onu başkalarında görür, o bağlamda değerlendiririz. Belki “ben ve ötekiler” düşüncesinin en bariz yaşandığı durumdur bu. Etrafımızdaki ölümleri çoğu kez bu düşünceyle geçiştiriveririz. Sanki bize yolu düşmeyecekmiş gibi algılarız onu. Ya da öylesine “dünya fani işte; vah vah yazık oldu adama; çok da genç gitti; üç yetim bıraktı; keşke şunu şunu da yapsaydı rahmetlik; kurtuldu canım vs.” der, ölümün biraz da kötü yüzünü görmeye çalışırız. 
Evet, en büyük hakikat ölüm! Hayatı anlamlandıran, onu gerçek anlamda dizayn etmeye zorlayan büyük olay. Tarih boyunca birçok felsefi düşünce ve akımın oluşmasına sebep olan büyük olgu. Öyle değil mi? Bu dünyaya nereden, niçin gelindi ve nereye gidilecek? sorusunu çözmeye çalışmadı mı insanlar asırlar boyu? Çalıştı, çalışmasına da, aldandı yine nihayetinde hep. İlahi mesajlara kulak tıkadı. Ölüm gerçeğini bir türlü anlamadı, belki de kavramak, idrak etmek istemedi. İdrak etseydi eğer, böyle mi olurdu dünya? Zulüm işler miydi insan? Kan döker miydi? İnsanları kendine köle yapmaya çalışır mıydı? Şöhret ve para uğruna şerefini ayaklar altına alır mıydı? İftira eder, fitne çıkarır mıydı? Yalan söyler, insanların şahsiyetiyle oynar mıydı? Sömürür, kanını emer miydi yetimlerin? Binlerce masumun kıyımına sessiz kalır mıydı? İşlenecek vahşetlere göz yumar mıydı hiç? 
Ölüm gerçeği karşısında, nedendir bilmem bunca hırgür, stres, mal–mülk telaşı, gelecek kaygısı? 
Neyin kavgasını veriyoruz acaba? Değer mi gönül kırmaya, yuva yıkmaya, kan dökmeye, insanları yerlerinden yurtlarından etmeye? Hele belli bir makama gelince insanların “kaderiyle” oynamaya? Gücünü şahsiyetinden değil de, sahip olduğu makamından almaya? Şu veya bu sebeple şahsiyetini kirletmeye? Sen de ölüp gideceksin işte, ne geçecek eline! Dünyanın anahtarını sana verseler ne olacak! Sonuç itibariyle bir kefenle dünyayı terkedecek, çürüyüp toprak olacaksın işte! Bütün nefisler gidecek, tek O kalacak; O, en büyük Hakikat!.. Ve en büyük gaye olmalı öyleyse O`na ulaşmak! En büyük mertebe “rıza”nın peşinde koşmak! Gerisi laf–ı güzaf…
Nice imparatorlar, krallar, zenginler, ağalar, paşalar, prensler, diktatörler, “kudretli” insanlar, ölüm karşısında başlarını kuma gömerek hak ile yeksan oldular. Nice büyük dimağlar, imamlar, halifeler, dünyayı titreten fatihler göçüp gitti. Arkalarında yalnızca izleri kaldı bizlere. 
Aslında ölüm hakikatiyle “oluklar çift” akıyor: Birinden kirli izler, diğerinden nurlu izler. Burada insanın uzun veya kısa yaşaması ise önemli değil aslında. Nasıl yaşadığıdır esas olan. 
Herkes bu misafirhaneye uğrar ve bir iz bırakır gider. Bu izler arasında öyleleri var ki, onları zaman ve asırlar aşındıramaz. Öyle izler de vardır ki, yürüyenle birlikte kaybolur, en küçük belirti dahi kalmaz. İz vardır ki, arkadan gelen yol der, , tutar gider. İz vardır ki, patikadan, dağ yolundan da beter. İz vardır ki ona yüzler sürülür, gözyaşı dökülür. İz vardır ki, ona da, onu bırakana da lanet okunur. Arkanda, nasıl bir iz bırakacağını kararlaştırdın mı?..”
Şöyle veya böyle bir masal gibi bizim de geçecek ömrümüz, hayat yolculuğumuz. Geçecek ama son demde mırıldanacağız galiba: Bir varmış bir yokmuş, dünya denilen menzil çok yokuş, hem de bomboşmuş… 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
SON YAZILAR