Mitsui’niz Kim? Rosebud’unuz ne?
İnsanın bir hedefe ihtiyacı var.
Bu fıtrî bir ihtiyaç. Her sabah uyanıp hayat mücadelesini atılmak için bir hedefe ihtiyaç duyuyoruz.
Yaşadığımız hayat da bu fıtrî ihtiyacımız çerçevesinde şekilleniyor aslında.
Daha çocukken heveslerimizi yavaş yavaş hedeflerimize dönüştürmeye başlıyoruz.
Televizyonda gördüğümüz oyuncağı babamıza aldırmak, annemizi çocuk parkına gitmeye ikna etmek gibi küçük masum hedefler.
Sonra okul başlıyor.
Şu sınıfı bir geçsem, şubat tatiline bir ulaşsam, yaz tatiline bir kavuşsam derken bitmek bilmez sınavlar devresi geliyor.
TEOG, LYS, ALES vs derken kimine eriştiğimiz kimine erişemediğimiz yüzlerce küçük eğitim hedefi benimsiyoruz.
Bir de çevremize bakarak belirlediğimiz hedefler oluyor.
Bir an önce askerliği bitirmek, ya ticarete atılmak ya da bir devlet memuriyetine kapağı atmak, iyi bir evlilik yapıp çoluk çocuğa karışmak gibi.
Bu hedefleri de yakaladıktan sonra sonsuz bir zenginleşme hırsı, ölümcül bir hastalık gibi gelip oturuyor göğüslerimize.
Ev almak, araba almak, önce sahil kentlerimizde sonra yurt dışında beş yıldızlı otellerde tatiller yapmak, ama illa akranlarımızdan, tanıdıklarımızdan daha zengin bir hayat sürmek, yeni “kızıl elmamız” oluveriyor.
Bu konuda tatmin olmak tabi ki mümkün değil! Ekonomik olarak sınıf atladıkça mensubu haline geldiğimiz yeni sınıfın en dibinden en üstüne çıkmak için çılgınca çaba sarf etmemiz gerekiyor. Yaşadığımız köyün en zengini olsak, ilçemizin en zengini olma hedefi bizi bekliyor. Sonra ilimizin, akabinde bölgemizin, belki sonra ülkemizin en zengini olsak bile bu sefer dünya ölçeğinde bir zenginlik hedefi bizi bekliyor.
Bir müddet sonra, bu sonu gelmez heveslerden yorulup bir istikamet değişikliğine yöneliyoruz.
Makam, mevki, itibar sahibi olmak, kitlelerce sevilmek daha tatmin edici bir hedef mi acaba diye düşünüp bu sefer sivil toplum örgütü yöneticiliğine, yardımseverlik gösterilerine, hülasa “siyasete” meyil veriyoruz.
Kitlelerin tanınmak, çılgınlar gibi alkışlanmak, milyonların desteğini almak hedefi, yüreklerimizi titreten yeni heyecanımız haline geliyor.
Fakat insan ömrü mahdut.
Hilkatin belki en garip cilvesi sonsuz hırsa sonlu bir müddet tanıması değil midir?
Ömrümüz boyunca peşinde koştuğumuz, ama bizimle beraber yok olup gidecek her şeyi, zenginliğimizi, itibarımızı, nihayet bizden sonra var olmaya devam edecek bir “kimse” veya bir “şey”de kutsamaya başlıyoruz.
Genellikle ilk aklımıza gelen evlatlarımız oluyor.
Bir hocam “evlatlar anne-babaların ölümsüzlük projeleridir” derdi.
Kendimizi, yaşadığımız tüm ömrü evlatlarımız uğrunda yaşadığımıza, biriktirdiğimiz her ne varsa onlar için biriktirdiğimize inandırıyoruz.
Kurosawa’nın meşhur “Yaşamak” isimli filminin kahramanı Watanabe, ölmek üzere olduğunu öğrendiğinde vefasız oğlu Mitsui’nin ismini bir zikir misali tekrarlar durur.
Mitsui… Mitsui… Mitsui…
Bu aslında kaçınılamayan mutlak sonun karşısında atılan sessiz bir çığlıktır.
Orson Wells’in “Yurttaş Kane” filminin kahramanı Charles Foster Kane, son nefesini verirken çocukken kaybettiği kar kızağının ismini sayıklar: “Rosebud”.
Bu aslında, tüm azgın çabalara rağmen hiç doldurulamamış ve ölüm gelip çattığı için doldurulma umudu kalmamış derin bir boşluğun içinde yankılanan beyhude bir haykırıştır.
İçimizdeki boşluğu, ölümlü insan ya da eşyalarla, itibari kıymetlerle dolduramayız.
Bize daha yüce, sonsuzluğu dolduracak hedefler lazım.
Adımızı bilen son insan öldüğünde bile yaşamaya devam edecek kıymetler üretmeyi hedef edinmek lazım.
Ecrini, zaman ve mekânla bağlı olmayan yüce yaratıcıdan bekleyeceğimiz kıymetler.
Mitsui de, Rosebud da kendi ellerimizle yaptığımız putlardan başka şeyler değildir.
Kendimizi mütemadiyen sigaya çekmemiz lazım:
Bizim Mitsui’miz, Rosebud’umuz var mı?
Cevabımız evetse en kısa vadeli ve en parlak hedefimizi zihnimizdeki putları yıkmak olarak tespit edebiliriz.
Salih Cenap Baydar
Twitter: @salihcenap
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.