KİMİZ BİZ?
Bugün bütün güncel gelişmeler ve tartışmalar göstermektedir ki; toplum olarak büyük bir kimlik buhranının içine sürüklenmiş durumdayız. Başta kendini tanımlamaktan mensubu olduğu toplumu tanımlamaya kadar her alanda bu buhranı yaşıyoruz. Hangi kültüre ait olduğumuzu tanımladığımız ulusal/kültürel kimliklerden tutun da millet ve vatandaşlığın açılımı olan sosyo-politik kimliklere kadar geniş bir alanda adeta her şey birbirine karışmış durumda.
Aslında kökü şarkta, dalları garpta yani var oluş sırrı İslam’da bulunan bir medeniyetin torunları olmamıza rağmen geleceği, kurtuluşu başka tanım ve mecralarda aramaya devam ediyoruz. Bu yanlış arayış ise toplumu birleştiriyoruz diyerek bölmeye, bütünleştiriyoruz diyerek ayrıştırmaya devam ediyor.
Nitekim hâlâ kanamaya devam eden ve en son ‘Çözüm Süreci’ olarak ifade edilen sorun bunun en bariz örneğidir. Hâlbuki sorunun tarafları olarak görülen Türk ya da Kürt bu insanların ecdadı yaklaşık bir asır evvel Allah için, Kur’an için, mukaddesat için çok büyük fedakârlıklar yapıyor hatta canını veriyordu. Bugün gelinen noktada ise; kan, gözyaşı, özerklik, ağlayan analardan oluşan vahim bir tablo orta yerde duruyor. Doğru bir bakış açısıyla incelendiğinde bugün asıl sorun; her tür etnik kimliğiyle bu ülkenin insanlarını ayırdığımızda değil de birleştirmeye çalıştığımızda karşılaştığımız sorundur.
Bu yüzden birey olarak "Ben kimim?" ve toplum olarak "Biz kimiz?" soruları doğru cevaplanarak doğru bir kimlik tanımına ulaşılabilmiş değildir. Hâlbuki tanımlamak; vakıayı vasfetmek yani nitelemektir. Başka bir deyişle; ‘efradını câmi, ağyarını mani kılmak’ demektir. Yani aynı özellikler üzeri bir araya gelme, diğerlerini ise dışta bırakma söz konusudur. Şu durumda çıkmazımız; birey ve toplum olarak kendimizi hangi ölçütlerle tanımlayarak bir araya geleceğimizdir. Beşeri ölçütlerle mi? Yoksa ilahi ölçütlerle mi?
Şu durumda karşımıza İslami ölçütlere göre kimlik nedir? sorusu çıkmaktadır. İslami bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde kimlik; bireyin varlığını sınırlandıran, kendisini diğerlerinden ayıran ve toplumsal olması vasfıyla ferdin mensubiyetiyle izzetleneceği insanın zâti hakikatini gösteren hüviyete denir. Ayırım, uyum, sebat ve izzetlenme unsurları da kimlik oluşumunun asli unsurlarıdır. Bu unsurları incelediğimizde;
Ayırım; ferdin kendisini diğerlerinden farklı kılan özelliklerini idrak etmesidir. Yani bireyin Müslüman’ı diğer insanlardan ayıran şer’i hükümlerle sınırlandırılmış olarak yaşadığının farkına varmasıdır.
Bozuk ve düşük bakış açısı ise bu ayırımı vatan, ırk, renk ve dile göre yapar. Nitekim Batı kendini ırk, renk ve dil olarak diğerlerinden ayrı, üstün görmüş ve üst bir kimlik tanımına gitmiştir. Örneğin Fransız filozof Reynan şöyle söylemektedir: “Bir tek üstün ırk vardır. O da Avrupa ırkıdır.”
Hâlbuki ırk, renk ve dil gibi unsurlar insanın tercihi değildir. Dolayısıyla ayırım sadece İslam akidesine ve ondan çıkan çözümlere bağlanmaya binaen olur.
Uyum ise Müslümanın şahsiyetini oluşturan unsurlar arasındaki uyumdur. Müslümanın davranışlarını yönlendiren akliyeti ve nefsiyeti arasındaki uyum, İslami ölçülere göre olursa ancak o zaman meseleler hakkında bu ölçüye göre hüküm verir ve hayat yolunda bu temel esasa göre ilerler. Ayrıca ‘Fikri neyse zikri de o’ tabirinde de anlatıldığı gibi göründüğü gibi olur ve olması gerektiği gibi görünür.
Sebat; İslam üzerinde müdavim olmaktır.
İzzet duymak ise yaratılışı gereği acizliğini, sınırlılığını hisseden insanın kendisinden yardım isteyeceği yani izzet alacağı bir merciye sığınması yani onu izzetinin kaynağı kılması demektir. O zaman soru şudur: İnsan kendisine doğuştan verilen ırkı, rengi, vatanı, cinsi ile mi, yoksa kendisinin seçtiği dini ile mi izzet duyacak?
Rabbimiz Kur’an’da şöyle buyurmaktadır: “Kim izzet ve şeref istiyorsa, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah'ındır.
Ayrıca Hz. Ömer’in bu konuda çarpıcı bir tespiti bulunmaktadır: “Biz ne zaman izzeti İslam’ın dışında aradıysak zelil olduk (aşağılandık). Ne zaman izzeti İslam’da aradıysak izzetlendik (şereflendik).”
Anlaşılacağı üzere kimliğin kaynağı sadece Allah’tır ki izzeti veren de O’dur. İşte bütün bu unsurlar doğru bir kimliği yani İslami bir şahsiyeti meydana getirir. Bu unsurlar doğrultusunda şekillenmiş bireylerden oluşan bir toplum ancak etnik kimliği ne olursa olsun birbirlerine ‘kardeş’ diyebilen, bütünleşmiş insanlardan oluşur.
Sonuç olarak; kimlik için Müslüman sıfatının dışında bir sıfat aramak Müslümanların ümmet olma bilincini ve asırlardır onları birbirine bağlayan rabıtayı da yok saymak demektir. Çünkü bu akide bağı ile Müslümanlar ümmet olma vasfını kazanmış ve âleme meydan okumuştur. Böylece bütün halklar ilk hallerinden sıyrılıp uzaklaşmışlar, hayat hakkındaki bakışları ve fikirleri birleşmiş ve tek bir fikir, tek bir bakış olmuştur. Problemlerinin çözümünde tek bir ilaç/çözüm kullanmışlardır. Maslahatları tek bir maslahat haline gelerek İslâm'ın maslahatı olarak ortaya çıkmıştır. Hayattaki gayeleri tek bir gaye haline gelmiş ve o da; Allah'ın kelimesini (dinini) yüceltmek olmuştur. Bu duruma gelen halkların hepsi İslâm potasında eriyerek tek bir ümmet haline gelmiştir.
Mehmet Akif’in mısralarında hayat bulan kelimelerin bizlere hatırlattığı gerçek ne kadar da çarpıcıdır:
“…Şu karşımızdaki mahşer kudursa, çıldırsa;
Denizler ordu, bulutlar donanma yağdırsa;
Değil mi cephemizin sînesinde îman bir;
Sevinme bir, acı bir, gaye aynı, vicdan bir;
Değil mi cenge koşan Çerkes’in, Laz’ın, Türk’ün,
Arap’la, Kürd ile bâkidir ittihâdı bugün;
Değil mi sînede birdir vuran yürek… Yılmaz!
Cihan yıkılsa, emîn ol, bu cephe sarsılmaz!...”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.