İz bırakanlar 2
Yanık Hasan - 1
İz Bırakanlar yazı dizimize, göklerin öğrencisi yeryüzünün öğretmeni olan, insanlık tarihine silinmeyecek ve kıyamete kadar takip edilecek izler bırakan, “Ben Muallim olarak gönderildim ”diyen, Alemlere Rahmet Peygamber Efendimizle başlamıştık.
Bu hafta yazı dizimize eğitimde iz bırakan İsimsiz kahramanlardan biri olan bir öğretmeni, öğrencisinin kaleminden* dinleyeceğiz.
Kıraç toprakların miskin evlatlarından biriyim. Kuru ayazın buğday tenime kazıdığı siyahlık yüzünden Yanık Hasan derlerdi bana. 60 kişilik sınıfta en arka sırada oturur, kimseyle konuşmadan sınıfı seyrederdim. Çantalarında getirdikleri atariyi göstererek artistlik yapan, maket bıçağı ile racon kesen, elinden tesbihi düşürmeyen, eşkıyalığa hevesli tuhaf oğlanlar... Yüksek sesle gülüp yamuk yumuk katladıkları pileli etekleri kısaldıkça havalı göründüklerini zanneden garip kızlar... Ayrı köşelerde durup yapılan taşkınlıkları korkak gözlerle seyreden üç beş iyi huylu aile çocuğu ve okumaya meraklı ağırbaşlı 10-15 hanımefendi kız öğrenci, bu karışık sınıfın içinden hemen seçiliyordu. Teneffüslerde sınıftaki gürültüden kurtulmak için kendimi dışarıya zor atardım. Derslerimiz genellikle öğretmenlerimizin sınıfı susturma çabaları ile kaynar, bitmek bilmeyen nasihatleriyle son bulurdu.
Ben okula öylesine gidip geliyordum. Fakat kitap okumayı sevdiğim için kütüphaneden sürekli roman alıp okuyor, kitaplardaki dünyada kendime bir yer arıyordum. Annem: “Okumazsan sütümü helal etmem.” dememiş olsa, okul sıralarında zaman kaybetmeye niyetim yoktu. Para kazanmalıydım. Okuldan sonra yazları çalıştığım elektrikçi dükkanına uğruyordum. Hafta sonu da çalışırsam ustam Orhan ağabey yarım haftalık veriyordu.
Ortaokula yeni başlayan kardeşim Rıza ve ilkokul 4. sınıfa giden küçüğümüz Necdet de çalışıp eve katkıda bulunmak istiyorlardı. Mahalledeki esnaftan kimin yardıma ihtiyacı olursa oraya gidip çıraklık ediyorlardı.
Halimizden hoşnut olmaya çalışıyorduk. Lâkin, kış mevsimi geldi mi, kasvet dolu evimize gündüzleri de karanlık çöker, anneciğimin güler yüzünden başka sevincimiz kalmazdı. Belediye ihtiyaç sahiplerine kömür yiyecek erzak dağıtıyordu. Ama yardım edilecekler listesinde ilk sırayı yetimler ve engelliler aldığı için bize pek yardım eli uzanmazdı.
Ben ilkokula giderken annemle belediyeye gitmiştik. Anneciğim halimizi arz etmek istedi ya, görevli memur duygu sömürüsü yapacağına kocanı işe gönder hanım! diye çıkışmıştı. Oracıkta memurun suratını dağıtmak istemiştim. Bir an önce büyümek istiyordum. O zamanlar evimizdeki tek kahvaltılık, anneannemin kaynatıp dedemden habersiz memleketten gönderdiği pekmezdi. Sadece ekmek ve pekmezden oluşan kahvaltıya çoğu zaman katılmak istemezdim. Annem de büyüyemezsin diye üzülürdü. Sırf belediyedeki memura öfkemden sabahları herkesten fazla yemeye başladım. Pekmezi çok tükettiğimden olsa gerek, sürekli ateşli olur, kolay kolay üşümezdim.
Babam geçirdiği psikolojik rahatsızlık nedeniyle evden hiç çıkmıyordu. Pek konuşmaz, ara sıra hepimizi öldürmek istediğini söylerdi. Annem aslında babamın çok iyi bir insan olduğunu, fakat hastalandığından böyle davrandığını anlatmaya çalışsa da, üç erkek kardeş, babalı birer yetim olarak büyüyorduk. Annemizin kuvvet veren sevgisi olmasa, o evde yaşanmazdı. Babam kötü durumdaydı. Bedenen İyi görünüyordu, fakat öfkelenmediği zamanlarda, yaşayan bir ölü gibiydi. Konu komşu keyfinden çalışmadığını ileri sürerek her fırsatta gönlümüzün kaldıramayacağı yorumlar yaparlardı. Dedem, annem ile babamın evlenmesine müsaade etmemiş, kaçmışlar. O da annemi evlatlıktan reddetmiş. Babamın zaten kimi kimsesi yoktu. Hep kendi halimizde yaşamaya, annemin mücadelesi ile geçinmeye çalışıyorduk. Ustam inşaatlara elektrik tesisatı döşer, beni de yanında götürürdü. Yazın sıcakta, kışın ayazda yanar dururdum. O sene yine korkulu rüyamız kış kapıya dayanmıştı. Tüm arkadaşlarım sınıfa fiyakalı paltolar giyip geliyor, rengarenk atkı bere eldiven takıyorlardı. Bense pekmez yemeye çok alıştığımdan, o soğuk günlerde paltosuz dolaşmama rağmen, hasta olmuyordum. Ortaokuldan beri giydiğim lacivert ceketin, annem sadece armasını değiştirmişti. Lisede de onu giymeye devam ediyordum. O kadar eskimişti ki yıkandıkça atan renginden dolayı soluk ve kirli duruyor, kısalan kollarını ise ellerimi cebime koyarak sakladığımdan kimse fark etmiyordu. Zaten o kalabalık sınıfta ne öğretmenlerin ne arkadaşlarımın dikkatini çekecek bir karizmam ya da bilgim yoktu. Niye yaşadığını bilmeyen Yanık Hasan’dım, o kadar.
İkinci dönemin başlarında okula yeni gelen edebiyat öğretmeni dersimize girdi. Aylardır o cırcırlı sınıf, ilk defa bu kadar sessiz ders dinlemiş, ilk defa kulağıma dersle ilgili cümleler yer etmişti. Genelde sınıfa öğretmenlerimiz bağırarak girer, sesiniz koridorun başından geliyor diye çektikleri sıra dayağı ile sükûneti sağlamaya çalışırlardı. Bu sefer gelen öğretmen başkaydı. Sınıfa girdiğini keskin ve hoş kokan parfümünden bilmiştim. Siyah gözleri kararlı bakışlarını heybetli kılıyor, tebessüm edince daha çok belirginleşen elmacık kemikleri, o azametli duruşuna tarifsiz bir şefkat katıyordu.
“Selamünaleyküm gençler!” dedi.
Sınıfta kimseden çıt çıkmadı, hepimiz şaşkındık. “Mehmet Akif Aslan, edebiyat öğretmeniyim, bundan sonra Türk Dili ve Edebiyatı dersini birlikte işleyeceğiz. Müfredatta ilerlemiş olmanız gerekiyor. Lakin Prensip olarak lise 1. sınıflarda edebiyat dersime İstiklal Marşı ile başlarım.” dedi.
Sözü uzatmadan İstiklal Marşı’nın ilk kıtasını okudu. Sesi tüm sınıfta yankılanıyordu. İlk defa bir öğretmeni can kulağıyla dinlemeye başlamıştım. Önce birkaç arkadaşa söz hakkı verdi. Sonra İstiklal Marşı’nın dizelerini satır satır açıklamaya başladı. Öyle güzel konuşuyordu ki çalan zil tüm sınıfa hipnoz sonundaki parmak şıkırtısı gibi gelmişti.
Hoşçakalın gençler! diyerek sınıftan çıktığında, derslerle pek alakası olmayan eşkıya ruhlu olanlar bile giden öğretmenin arkasından bakıyordu. Kapı kapanır kapanmaz kızlardan yükselen “o kimdi ya öyle!” sesleri bile beni kendime getirememişti.
İlk defa kendimi bir Türk genci gibi hissetmiş, derinlerimde saklanıp hayat meşakkatinden hissedemediğim vatanperver duygularım, tüylerimi diken diken etmişti. Çile çeken ecdadın sefa süren çocuklarından değildim. Lakin ilk defa amaçsız, kimliksiz, bilinçsiz yaşadığımı hissetmiştim. Atalarımızın verdiği özgürlük mücadelesini gönülden hissedince benim baba sevgisinden mahrum, verdiğim maddi mücadele gözümde küçülmüştü. O derste isimlerini ilk kez duyduğum Nene Hatun’un, Seyit Çavuş’un torunuydum ben...
Eve coşkuyla gitmiş, annem ve kardeşlerime Mehmet Akif öğretmeni anlata anlata bitirememiştim. O günden sonra okula giderken hele ki edebiyat derslerine girerken, heyecanlanmaya başladım. Mehmet Akif hocayı görünce tüm sorunlarımı unutuyor, anlattıklarına ve ahengine kendimi kaptırıyordum. İstiklal Marşı’nın 10 kıtasını da öyle güzel açıklamıştı ki, milli marşımızın her kelimesine, milli değerlerimize ve ülkemize hayran olmuştum.
Bir gün Mehmet Akif hocam son saatimizi kompozisyon yazmamız için ayırmış, hepimizden babamızı anlatan bir kompozisyon istemişti. Tüm sınıf hocanın gönlünde bir yer edinmek gayreti ile olsa gerek, edebiyat dersine katılıyor, taşkınlık etmek şöyle dursun, aksine en hareketli arkadaşlar bile muma dönüyor, söz dinliyordu. Herkes boş bir kağıt çıkarıp istekle yazmaya başladı. Ben öylece kalakalmıştım.
Babam....
Ne yazabilirdim ki?
Önce annemin babama dair anlattığı eski güzel günleri yazmayı düşündüm. Zira hayal meyal hatırlıyordum, iflas etmeden önce babamın işten gelip bana sarıldığı, kardeşlerimi kucakladığı günleri. Oysa son gittiği hastanede şizofren teşhisi konulduğundan beri baba kelimesi gözyaşıydı lügatimde. Yazıyormuş gibi yapmaya çalıştım ama olmadı. Gözlerimden akan yaşları yanımda oturan Adem bile fark etmişti.
En arka sıradaydım, kağıdıma kapandım, saklandım. Öğretmenimiz oturduğu yerden herkesi görür, söz hakkı verdiği öğrenci ile mutlaka göz teması kurardı. Bunu düşünerek beni görüyor olmasından utandım. Daha çok saklandığım beyaz kağıt yer yer gözyaşlarımla ıslanmıştı. Dersin sonunda tüm kağıtlar ile birlikte benim boş kağıdımda toplandı. İyi ki son saatimizdi. Hemen dışarı çıktım, eve gidiyordum. Okulun ötesindeki Bağdat Caddesi’nde aylak aylak yürüyor, etrafta kimse olmadığı için rahat rahat ağlıyordum. Çok geçmeden yanımda güzel bir araba durdu. Bir de baktım ki direksiyonda Mehmet Akif Hoca. Arabanın penceresini açtı. Hasan bey bakar mısın? Dedi.
Buyurun hocam.
“Biraz vaktin var mı?” Yanındaki koltuğu işaret ederek, gelsene dedi. Evet anlamında başımı sallamakla yetindim. Arabaya bindim.
“Hasan bey” ne garipti! Hocam: “Ne zamandır seninle konuşmak istiyordum. Gel bir şeyler yiyelim, ben seni evinize bırakırım, ailen merak ederse uğrayalım haber ver.” Dedi.
Eve geç gidince işyerine uğradığımı bilen annem yine öyle zanneder. Babamınsa aklına bile gelmezdim.
Gerek yok hocam merak etmezler, teşekkür ederim. Diyebildim. Nutkum tutulmuş gibiydi. Çok sürmeden çarşıdaki lüks lokantanın önündeydik. Masaya oturduğumda, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyordum. Kalbim küt küt atıyordu. ilk defa böyle bir yere gelmiştim.
Hocam nezaketle: “Ne yersin Hasan’ım” dedi. Yutkundum, Hasanım ha!
Çok tuhaf hissediyordum. Tokum hocam, ben bir şey almayayım teşekkür ederim dedim. Hocam ısrar etti. İstemedim, sonra kendi ne istiyorsa bana da söyledi. Utanıyordum, yiyemezdim. O sırada guruldayan karnımda, tokluk yalanımı ortaya çıkarmıştı. İnşallah duymamıştır diye içinden dua ediyordum.
Hocam: “ Ne zamandır seninle konuşmak istiyordum Hasan. ilk geldiğim gün dikkatimi çekmiştin. Sınıftaki arkadaşlarından çok farklı bir duruşun var.”
“Ben yanığım hocam, onlar beyaz.”
Gülümsedi, “Hayır hayır öyle değil, olgun görünüyorsun. Ailen seni çok iyi yetiştirmiş.” dedi.
Babamı sordu, ben sanki yıllardır anlatmaya hasret kalmışım gibi saçma sapan konuşmaya başladım. Elimde olmadan ağlıyordum. Çünkü ilk defa biri bana babamı soruyordu. Ustam Orhan abi eskiden babamı tanırmış, ama o bile hiç adını anmazdı. Çok duygulandım, yazamadım hocam özür dilerim, diyerek başladım anlatmaya. Hocamda dinlediği yerde benimle birlikte ağlıyordu. Heybetli adam hiç çekinmeden benim için lokantada gözyaşı dökebiliyordu.
O sordu ben söyledim.
“Ceketin kısa gelmeye başlamış, yenisini alalım inşallah, üzülme artık ben varım.” Dedi.
Daha çok mahcup oldum. Her ne kadar: “ben size yük olmak için anlatmadım hocam” dediysem de, dinlemedi. O yemekten sonra ilk işi beni götürdüğü mağazadan okul ceketi almak oldu. ilk giydiğimde arkadaşlarım “ceketin hayırlı olsuna evinize geleceğiz” diyerek alay ettiler, hiç aldırmadım.
Mehmet Akif Hoca, o görüşmemizden okulda kimseye bahsetmememi, maddi manevi her konuda yanımda olacağını söylemişti. Kendisi de erken yaşta babasını kaybetmiş, zorluklarla okumuş: “Garibanı gözlerden tanırım Hasan’ım!” demişti. Bu sözünün ardından hayatımızı değiştirdi. Üyesi olduğu Edebiyat Vakfı’ndan bana ve kardeşime burs verilmesini sağladı. Kaymakamlıkla bile görüşmüş, ihtiyaç sahiplerine yapılan kış yardımlarını düzenli olarak almamıza vesile oldu. En önemlisi yakından tanıdığı bir psikiyatra babamı götürdü. Uzun süre hastanede kalan babam kullandığı yeşil reçeteli ilaçlarla evimize döndüğü gün, yeniden doğduk. Artık anneme ve bize zarar vermiyor, çalışmasa bile, kim olduğumuzu biliyor, zaman zaman bize sarılıp: “Annenizi üzmeyin yavrum, Olur mu?” diyordu.
Bu bile bize yetiyor, evimiz Mehmet Akif hocaya olan minnet borcumuzu ödemek için gayret ile ders çalışan, üç erkek kardeşin huzur dolu sığınağı oluyordu. Babamın iş göremez raporu ile hocam, anneme aylık bağlatmayı bile başarmış, bizimle öz evladı gibi yakından ilgilenmişti. Okuldan sonra işe gitmiyorduk. Ders çalışıyor, hafta sonları Mehmet Akif Hoca ile Vakıf binasında görüşüp sohbet ediyorduk. Allah sanki babamıza olan özlemimizi öğretmenimizle telafi etmemizi sağlıyordu. Yaşama dair hiç bilmediğimiz güzellikleri tadıyor, ailemize, topluma, ülkemize faydalı birer insan olma gayretine düşüyorduk.
Bu unutulmaz öğretmenimin yaşamımıza kattıkları ile yıllar geçip gitti. Hocamın hakkını hiç ödeyemesem de, benim gibi işe yaramaz bir öğrencinin Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesini kazandığını görmek onu çok memnun etti.
Onun maddi desteğinden öte, ruhuma nakşettiği manevi duygular, cümlelere sığmayacak kadar özel ve unutulmazdı. Kardeşim Rıza bu sene Tıp Fakültesi’ni kazandı. Nedret de çok başarılı, annem ben ve kardeşlerim nefes aldığımız sürece yüce gönüllü öğretmenimize minnettar kalacağız. Şimdi en büyük hayalimiz yanık Hasan’ı Hasan Bey yapan ismi hep yaşatmak için yardıma muhtaç öğrencilerin imdadına yetişecek olan bir hayır kurumu açıp, Mehmet Akif Aslan Gençlik Merkezi kurmaktır.
O unutulmaz öğretmenim gibi talebelerine edebî sanatların yanı sıra, insan olma sanatını öğretebilen, milli değerlerini ve kimliklerini özümseten, “gariban öğrencilerini gözlerinden tanıyarak” başka Hasan’ların yanmasına izin vermeyen bir edebiyat öğretmeni olmak dileğiyle..
____
*Unutamadığım Öğretmenim, M. Akif İnan Hatıra Yarışması, Eğitim Bir Sen, s. 79,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.