En Yalın Kelimedir Acı
“Ne çok acı var” diye başlar Yaşamak adlı anı kitabına Cahit Zarifoğlu. Endişe ile hayret arasında kalmış bir soru gibidir bu. Niçin saçlarından önce acıları uzar insanların? Anlamak ne zordur, neden coğrafyalar yalnız cetvelle ve acıyla çizilir? Cevabından çok sorulardır belki de çoğaltan acılarımızı.
Uluslararası bir yardım kuruluşunun dağıttığı yemeği alabilmek için gerekli kabı bile olmayan Afrikalı küçük bir kızın başındaki yazmayı kenarlarını kıvırarak dağıtım görevlisine uzattığı fotoğrafı görünce “ne çok acı var” dedim kendi kendime. Hicap, naçar ve hüzün sözcükleri nasıl da kol geziyordu o minicik yüzünde!
İyelik eki almayan yalın bir kelimedir acı. Acım ya da acın olmaz, acı vardır yalnız. Acı, çoğu zaman bir bakışın ucuna iliştirilmiştir. Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil dizeleri ile buna tanıklık eder; “Acılardan artakalan / İşte o bakışlarmış / Kuğu diye gözlerimde / Gün batımı bulutlarmış / Yalanmış hepsi yalan / Savrulup gitmek varmış / Ayrı yörüngelerde...”
Elazığ depreminde enkaz altında kalan bir afet mağdurunu elleriyle toprağı kazıyarak demir ve moloz yığınlarının arasından çıkaran Suriyeli Mahmud’un mahcup yüzünü anımsıyorum. Nasıl da acı kaplamıştı o berrak yüzün izdüşümünü, minnettarlığın mahcubiyete dönüşen rengini.
Acı en derin yaradır. Her yara elbet kabuk bağlar içten içe kanasa da. Elinden tutsaydık acıların, çocuklar kuş ölüleri gibi vurur muydu sahillerimize? Şair Korkmazgil’in dediği gibi, belki özgür olurduk acılara tutunsaydık. “Yaşadım birkaç bin yıl / Acılara tutunarak / Acı çekmek özgürlükse / Özgürüz ikimiz de”…
Kalbinden vurulan Suriyeli Ali’nin hikâyesi de yeterince acı barındırmıyor mu? Siyah tişörtünden sızan kan hangi yüzün ayıbını örterdi ki? Ülkesinde misketin bomba olanından kaçmıştı oysa. Kurşunun ağır olanına, kalbi delenine hedef olmuştu o gök ekin bedeni.
Aşk da kurşun da kalbi yaralar. Ben kalbimde bir gülü saklar gibi kurşunu da saklarım mı demek istemişti bize? Kurşun, libaslardan önce yürekleri kanatır gerçeğini mi göstermek istemişti bize son bakışıyla. Yoksa bir kurşunu da mı çok gördünüz bana, zimmetime geçmesin, parçalanan göğsümün sol yanından çıkarıp alın der gibi miydi bize, yırtılmayan kaput bezi vicdanlardan önce?
Sırpların Srebrenica katliamı esnasında dört yaşındaki Bosnalı bir çocuğun annesine yönelttiği soruda yuvalanan acı, hangi acı ölçer ile ölçülebilir ki? "Askerler, çocukları küçük kurşunla öldürürler değil mi anne?"… Ah eden annesine ‘ah ne anne’ diye de sormuş mudur hayretle?
Göklerle arasında perde olmayan biri çıkar da avuçlarını yöneltirse göğe, boş döner mi o avuçlar geriye? Yaralı bir kuşun kanadına merhem süren, tabiata “her bahar itibarını iade eden” mülk sahibi, kaygısız kalır mı bu yakarıya? İlhami Çiçek’in dizelerinde olduğu gibi; “değil mi ki ebabil / adil / bir infazın adıdır”...
Hangi kilim örtebilir acıların üstünü? Annelerin kınalı ellerini hatırlamadan uykuya dalabilir mi çocuklar? Nasıl unutur yuvasını kuşlar akşam olunca. Bu, gemisi acı yüklü dünyaya; “Kardeşim dedim / Acılarıma da kardeş olur musun” diyen bir zarif şair daha gelir mi?
Annelerin acıları en uzun acılardır şimendifer vagonları gibi sonu gelmeyen. Pencere önlerinde uzayıp giden hep onların acılarıdır, bir yağmur gibi pervazlara inceden inceye sinen. Sessiz bir eylemdir anne; susar en derin yerinden, acı yüzünden gümrah ırmaklar gibi akarken.
Bir gün göçmen kuşlar gibi göçer mi acılar da? Geçer mi uyuyunca? Vurur mu bir avcı acıyı kanadından usulca? Acının şairi Ferman Karaçam’ın sitem yüklü şiirinde dediği gibi; “seni de vururlar bir gün ey acı / uçuşup durduğun kanatlarından / sazın, sözün, türkülerin tükenir / ellerin koynunda kalakalırsın”.
Hüseyin ÇOLAK
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.