Emanet İmam ve Bir Cuma Namazının Muhtasar Öyküsü
“Âbisten-i safâ vü kederdir leyâl hep
Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar”
Kırımlı Rahmî berceste beyitlerinden birinde böyle sesleniyor. Yani “Gece hem mutluluğa hem de kedere gebedir/Gecenin karnından gün doğmadan neler doğar” müjdesi ile selamlıyor bizi.
Yaşadıkça nelere tanık oluyor insan! Keder ve saadet aynı batında iki kardeş gibidir. Tövbe ile günah, varlık ile yokluk, siyah ile beyaz, gece ile gündüz, rahmet ile zahmet gibi zıtlıklar da bu kapsama dâhil edilebilir.
Uzun zamandır gerçekleştirilemeyen Cuma ibadetinden yoksunluk, kanıksanmaya yüz tutmuşken yasakların kısmi de olsa kalkması neticesinde tatlı bir heyecana yerini bıraktı. Bu heyecanı yaşamak, bayram namazını pas geçenlerin inceden burukluğuna merhem olacak cinstendi.
Yüzlerde maskeler, ellerde bir ucu poşetlerden sarkan seccadelerle ibadet alanlarına koşuşturan her yaştan insanların tatlı bir telaşeye dönüşen manzarası görülmeye değerdi o gün. Camii dışında pek çok açık alanda ibadete izin verilmiş olması, ”ibadet alanları” kavramını ihdas etme zorunluluğunu ortaya çıkardı.
Okul bahçeleri, pazaryeri, halı sahalar, stadyum, çocuk parkları söz konusu bu ibadet alanlarının birer numunesi idi. Çok renkli görüntüler yansıdı sosyal medyaya. Çocuk parkındaki kaydırağın merdiveninde hutbe okuyan camii görevlisinden, pazar yerinde meyve sandıklarının üzerinde bu görevi ifa edenine kadar hoş ve latif görüntüler kazındı belleklerimize.
Tarihi namazgâh mekânlarını andıran bu yeni nesil açık hava ibadet alanları hüzünlü kesitler de barındırıyordu bünyesinde. Küçük bir kasaba stadyumu sayılacak niteliklere haiz yeşil bir zeminde namaz kılanları, stadyumu çevreleyen duvarın dibinde dizleri üzere çökerek hüzünle izleyen yaşlı adamın görüntüsü içimi kanattı. Mahallede akranları tarafından oyuna dâhil edilmeyen öksüz bir çocuğu andırıyordu yüzündeki derin kederin izi.
Çağrıya uydum, ben de seccademi koltuğumun altına sıkıştırdım ve bayram namazı heyecanı ile resmi kanallardan paylaşılan ibadet alanları listesinden ikamet adresime en yakın olan bir özel okul ile bitişik nizam camiye yöneldim. İnceden ama incitmeyen tatlı bir yağmur yağıyordu. Vardığımızda caminin kapısı duvar, insanlar şaşkın yüzlerle birbirine bakıyor, çareler arıyordu. Yağmurun da etkisi ile birçok kişi geldikleri gibi evlerine doğru keder yüklü adımlarla geri dönüyordu.
Caminin minaresinden ezan gürül gürül okunuyor bir şiirimizde ifade ettiğimiz gibi: “Uzayan minarelerde azalan ezan sesi/Ölü kuşlar gibi düşerken yeryüzüne” hüznünde akarak hızla yağmura karışıyordu. Naçâr geri dönmeye karar verdiğimiz anda genç bir adam; “camii kapalı ise okulun bahçesi var, ben müezzinlik yaparım bir de imam olursa tamam” deyince kendime geldim. ”Bir imam bulunur elbet” diye mukabelede bulundum bu zarif teklife.
Okulun bahçesine yöneldik hepi topu altı yedi kişiden ibarettik. Taze yağmurdan ıslanmış, yer yer su birikintileri ile doluydu yerel belediye tarafından asfaltla kaplanan okul bahçesi. Uygun bir yer bulduk ve mesafe kuralına dikkat ederek konumlandık bahçede. Seccadeler, üzerlerine ağırlık bindikçe zemindeki suyu emiyor, dizlerimize ve ayak parmaklarımıza yağmur suyunu emanet ediyordu.
Müezzinlik görevini üstlenen genç adam kamete başlayınca meraklı gözlerle imama yöneldi herkes. Bu arada sayı çoğalmış, göz ucuyla saydım, on üç kişi olmuştu. Heyecanını hissediyordum emanet imamın. Hutbe okumak için gözüne kestirdiği bahçe oturaklarından birine doğru ilerlerken içinden neler geçiyordu kim bilir? Hazırlıksız yakalanmıştı, belki de hutbede ne söylesem -kendisi ile beraber- bu on üç kişiye diye düşünüyordu.
On iki çift göz ve çevreden meraklı pek çok göz ona yönelmişti. Ben de merak ediyordum kendine ve bize neler söyleyecek diye. Hutbe dualarının ilk cümleleri dilinden dökülmeye başlayınca; bir altyapısının, belli bir birikiminin olduğunu fark ettiriyordu emanet imam. Heyecanı sesine yansıyordu buna rağmen. Elinde yazılı bir kâğıt, basılı bir evrak ya da resmi bir hutbe metni yoktu zaten.
Islak zeminde beni yerime mıhlayan bir ayetle başladı; ayetin metnini kıraat ettikten sonra mealini okudu irticalen, ”Ey iman edenler! Nasuh bir tövbe ile Allah’a tövbe edin!”… ‘Dönülmez bir dönüş ile dönün ve tövbe edin’ diye açıkladı ardından. Peşi sıra konuya ilişkin bir hadis-i şerif okudu: Arapçası ile başladı, Türkçe meali ile sürdürdü konuşmasını emanet imam; ”Günahına tövbe eden, o günahı hiç işlememiş gibidir.”
Hutbe okunurken başımı yerden kaldırdım, uzun uzun baktım hatibe, belki de kendime. Sözlerin muhatabının yalnız ben olduğunu, adeta karşısında sadece ben varım gibi sözlerini bana sıraladığını hissettim. Umut ile hayal kırıklığı, sevinç ile keder, tebessüm ile gözyaşı aynı anda hücum ettiler üstüme.
Şaşkındım, ıslaktım. Bugüne kadar dinlediğim metni en kısa, sızısı en uzun konuşmaydı. Emanet imam, kendi dâhil dinleyen herkesin bizatihi kendisine konuşuyordu, hitabın muhatabı bu denli aleni bu denli malum en uzun hutbeydi dilinden dökülen kelimelerin toplamı.
Bir ayet, bir hadis, birkaç açıklama cümlesi ve ardından küçük bir dua ile nihayetlendirdi hutbesini. Mahşeri bir kalabalığa seslendi sandım, veda hutbesi gibi hüzün kokuyordu sesi. Oysa on üç kişiydik. Namaz bitti, sessizce dağıldık, herkes geldiği yöne doğru adımlarını yöneltti, sokak aralarında kayboldu bütün siluetler.
O gün, o Cuma namazı saatinde, özel bir okulun, zemini ıslak bahçesinde ve yağmur altında biz, evet biz on üç kişiydik; Müezzin, emanet imam ve gizem yüklü bir topluluk. On üç yürek, on üç tatmin tepesine tırmanan kalp. Belki hiçbir zaman bir araya gelmesi mümkün olmayacak olan on üç insan…
Belki de yanılıyorumdur; hesaplar açılıp, mizanda hassas tartıya çıkıldıktan, zerreyi ölçen terazilerde kâr ve zarar tartıldıktan sonra bir şark köşesinde karşılıklı sedirlerde oturmuş çay içerken muhabbettin tam ortasında bulacağız birbirimizi, kim bilir?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.