Ülkesiz Çocuklar
“Hiçbir katil, babalarını öldürdüğü çocukları evine almak istemez” aforizması her okuyanı derin bir etki altına alacak türden. Sarsıldım ilk okuduğumda. Galiba göçmen kuşlar kadar içimizi çizip de geçmiyor göçmen çocuklar.
Çocuklar diyorum; yaralı, ayağı çıplak, yüzü hüzünle mayalı, umudun mavisi göğünden çalınmış çocuklar. Tıpkı diğer çocuklar gibi, yeryüzünün sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini bilmeyen çocuklardan, yani “ülkesiz” çocuklardan söz ediyorum.
Şair Şadi KOCABAŞ`ın Karanlıkta Serenat adlı şiirinde dile getirdiği çocuklar, tam da bu çocuklar; “silinmiş kan rengi parmak izleri/…/örneğin, iltica deneyen çocukların;/hoş geldiniz, yeryüzünün ülkesizleri”. Batı sınırında hiçbir zaman “hoş geldin” diyeni olmayacak çocuklar…
Vatansız, selamsız ve adres yoksunu çocukların içinden geçenleri anlamak için şair mi olmak gerekir? Vatanları uzakta kaldı esmer çocukların, batanları sular altında. İnce bir sitemdir şairinki tıpkı sızı gibi; “ne kadar yakın her yer/ve ne kadar uzak, adresi olmayana”.
Minik kızı, atılan bombalardan etkilenmesin diye olup biten her şeyin bir oyundan ibaret olduğunu göstermeye çalışan ve her bombaya karşılık kahkahalar atarak misillemede bulunan bir babanın içini yırtarak geçen fırtınaları sadece şairler mi dile getirmeli?
Batı, doğuda battı ama bir gün doğu, batıda doğacak demek için henüz erken midir bilinmez. İlkesiz büyükler, “ülkesiz çocuklar” ı terk etti yeryüzüne. Ülküsüz zihniyetler ve köksüz medeniyetler, öksüz bıraktı doğunun, kaderi coğrafyasında saklı çocuklarını.
Bir de yeryüzünün nişanlı çocukları var. Batı yakasının çocukları, şöhret ve şehvet putunun peşinde koşarken şehadeti şerbet niyetine içen. Şehadet kelimesi en çok da bir şehidin lisanına yakışıyor. Zira bir şehidin şahitliği, teşehhüt miktarına eş olmaktan çıkar şehit olunca.
Çocukları incitilen bir dünyanın tadı yok ağzımızda. Yeryüzünün, gökyüzünün ve denizin mavisini hatırlamak istemiyor kalbimiz şimdi. Mavi, hüznü hatırlatıyor bize özgürlükten önce. Hüzün kanımıza dokunuyor, zulüm insanlığımıza.
Bir kuşluk vakti rüzgâr eser göğsümüzden. Güllere su taşır gagasında kuşlar. Hayatı bir tutam ölümle kararken toprak; susarmış meğer çocuklar, düşleri bileyen hazlara inat. Mahcupken nasıl unutur yeminini, en büyük sınavı özlemek olan insan?
Kumdan kundaklarında köpük yorganlarına sarınan, denizin yeniden doğurduğu o donuk yüzlü çocuklar, alnınızda kara bir leke gibi duruyor ey insanlık! Gündür döner elbet, doğar bir gün güneş, gün yüzü görmeyen ülkesiz çocukların göğüne, savrulur medeniyetiniz.
Ey çocuk! Bilesin diye söğüt özü yanlarımızı, hüznün göğsünden emdik acıyı, anne sütü yerine. Gözlerin harflerin izdüşümüdür dizelerinde zamanın, dağların onca yorgunluğunu alır gülüşün. Gülüşün ki suskunluğumuzun isyanıdır, patlamasıdır arzın nirengi noktasından.
Gidersen bir yanımız kör kuyu, âsi bir nehir öbür yanımız. Beyaz bir karanfil okyanus ortasında, kımıldar çatırdayarak eklem yerlerinden, en güzel rüyamızdan uyandırır bizi, dizlerinde uyuduğumuz dünyada. Acının rengi mavi, ayrılığın kızıl kan rengidir.
Gündür düşer denizler üstüne. Şehrin şakağına dayanır vaktin kılıcı. Safran akşamların semahında, bitmeyen yolculuğu başlar yeryüzünün. Unutma ey çocuk! Umuda bir hece kaldı, ölüme bir ömür; devinip duran yüreğinin duldasında.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.