Öykülerin dilinden eğitim 3
Öykülerin dilinden yazı dizimize bugün farklı başlayalım istedim. Yazımıza başlığı koymayalım. Ama hikâyemizden başlığı birlikte çıkaralım.
Hikayemizin konusu, zaman zaman hepimizi mahcup eden, pişman eden, belki de kimi zaman kahreden bir zaafımız aslında. Kimimiz de az, kimimiz de çok, belki de hastalık derecesinde. Çoğu zaman da bizde var olduğunu kesinlikle kabul etmediğimiz, inkar ettiğimiz bir huy.
Belki güvendiğimiz, sevdiğimiz dostlarımıza karşı değil ama, araya hep bir mesafe koyma ihtiyacı hissettiğimiz, kendimize göre (haklı-haksız) çeşitli sebeplerle sevmediğimiz kimselere karşı besleyip büyüttüğümüz kötü bir duygu, his bu haftaki konumuz.
Eğitimde bir metot olarak kullanılan hikayeler, hayatın içinden olaylar, muhataplara, öğrencilere anlatılırken hikayenin en heyecanlı yerinde, merak uyandıran, ilgi çeken yerinde kesilerek, konuyla ilgili sorular sorulmalıdır. Örneğin Allah'a dilekçe yazan ufaklık hikâyesinde, dilekçeden sonra bisikletle gelen kişinin kim olduğu ve bu olayın nasıl gerçekleştiği ile ilgili öğrencilere sorular sorula bilir. Göreceksiniz çok ilginç cevaplar gelecek, hem de çocuklar heyecanla konuya iştirak edecek, derse severek isteyerek katılmış olacaklar. Derste hedeflediğimiz merak uyandırma, güdüleme, isteklendirme gerçekleşmiş olacaktır.
Biz sözü fazla uzatmadan hikâyemize başlayalım ve sonunda bu hikâyede vurgulanmak istenen olumsuz düşüncenin ne olduğunu sizlerle birlikte bulalım ve yazımıza başlık seçelim.
İşte hikâyemiz.
Uzaklarda bir köyde, çocuğu doğmadan kocasını kaybetmiş, tek başına yaşayan hamile bir kadının hikâyesi bu.
Dağda yaralı olarak bulduğu bir gelincik yavrusunu görünce, annelik duygularını yoğun bir şekilde yaşadığı bu dönemde, hiç düşünmeden yaralı yavrucağı alıp eve getirir.
Kısa sürede yarasını iyileştirdiği gelincik yavrusuyla ve doğumu yaklaşan bebeğiyle sürekli konuşarak yalnızlığını paylaşan annemiz, gelinciğe iyice bağlanmıştı.
Kadının yanından bir an bile ayrılmayan gelincik, her ne kadar evcil bir hayvan olmasa da, oldukça uysallaşmış nerdeyse her sözünü dinler olmuş, aralarında güçlü bir bağ oluşmuştu.
Bir kaç ay sonra kadının çocuğu doğar. Tek başına tüm zorluklara göğüs germek ve yavrusuna bakmak zorundadır.
Günler geçer ve kadın bir gün birkaç dakikalığına da olsa evden ayrılmak ve yavrusunu evde bırakmak zorunda kalır. Ve her zaman ki gibi gelincikle konuşarak onu sıkı sıkı tembihler, yanından ayrılmasın diye. Ama yine de gözü arkada, evden endişe ve telaşla uzaklaşır. Gelincikle bebek evde yalnız kalmışlardır. İşini alelacele halledip, çabucak eve döner.
Evin önünde gelinciğin ağzını kanlar içinde görünce çılgına döner. Hiç düşünmeden yerden aldığı bir odun parçasıyla çıldırmışçasına gelinciğe saldırır ve oracıkta iki darbeyle öldürür. Koşarak bebeğin odasına girdiğinde gördüklerine inanamaz. Oracıkta yığılır kalır. Çünkü çocuk, beşiğinde kıpır kıpır yatarken, yanında kan içinde parçalanmış kocaman bir yılan durmaktadır.
Evet şimdi düşünelim, zor zamanlarında yalnızlığını paylaştığı küçük dostunu düşüncesizce öldürmesine ve belki de ömür boyu vicdan azabı çekmesine neden olacak bu davranışın altında yatan sebep nedir? Düşünmeden karar vermesine, çocuğunu büyük bir tehlikeden kurtaran küçük dostuna, hiç gözünü kırpmadan öldürücü darbeleri vurduran duygu neydi acaba?
Cevabı bulduğunuzda bu kötü duygunun insan hayatını cehenneme çevirdiğini, kim bilir ne acılara, pişmanlıklara sebep olduğunu, kimi zaman telafisi imkansız zararlara yol açtığını ve mutlaka pişmanlıkla sonuçlandığını göreceksiniz.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.