Ölüm kadar masumduk
Avuçlarımda kan, kan ve toprak. Gövdem iki duvar arasına sıkışmış, batıyor yüreğime bütün kırık camlar. Mecalim yok benim, sen yine de dinle. Bu sefer dinle beni, son kez anlatacağım beni henüz canlıyken defalarca toprağa gömen kederi. Ben bu ülkenin her felakette ölen ama ölüm kadar masum insanıyım. Üzgünüm bu gece baş ucunda sana masal anlatamayacağım, masallarımıza molozlar çöktü çünkü. Yine yokluğa yıkılmış odalar ve biz varız sadece. Ve başka kimse yok, hiçbir zaman olmadığı gibi.
Ağlama, sus! Dünya anlamını tamamen yitirmişse eğer, gözyaşlarının anlamı kalır mı? Ağlayacaksan binlerce kez ölüşüme değil binlerce kez daha ölecek oluşuma ağla, ağlayınca geçiyormuş gibi. Oysa dışarıda rüzgar sizinle alay ederken ve içeride karanlık gölgeler yüreğinize saldırırken ölmekten çok daha zordu ölüm saatini bekleyiş. Ölüm kurtuluş bile olabilirdi hatta. İşte o kadar masumdu. Çünkü ölüm değildi arda kalanları uçuruma çağıran, nasıl öldüğümüzdü.
Ben ilk kez 1939’da Erzincan’da donarak öldüm. Kar örttü bedenlerimizi Aralığın 27’si, 33 bin kişiydik. Saat sabah sekiz, Kemah’tan Ankara’ya bir telgraf çekildi; saat 02.00 sularında bir deprem olmuş, toprak ana bir şehri baştan sona yutmuştu. Üstelik 2. Dünya Savaşı başlamıştı sadece 4 ay önce. O zamanlar daha 16 yaşında bir çocuktu Türkiye. Bir kadın İnönü’nün boynuna sarılmış ağlıyordu. Mehmet’i orada ölmüştü. Askerdi Mehmet. Ve kesesinde verecek bir şeyi olmayan Nazım cezaevindeydi. Yüreğinden vermişti o da;
“Uyanıp kaçamadılar
Kuş olup uçamadılar
Açıldı kuyular kimse inemez
Erzincan beygiri rahvandır amma
Ölüler ata binemez
Yan yana sırt üstü yatan ölüler…”
Aşık Veysel’in Fırat ile coşan Erzincan’ı yıkılmıştı. Bu memleket hep böyle ağlar, okyanusa kıyısı olmayan vatanın ruhu kaybolan bir kıta gibi yavaş yavaş batar hiçliğe doğru ve başka kimsenin ruhu duymaz. Oysa sular boğaza dayanınca artık kaçamazsınız. Erzincan’da sular boğaza dolarken ne oldu biliyor musunuz? Antakya’daki memurların hepsi maaşlarının %10’unu bağışladı, Malatyalılar sadece 2 saatte binlerce kilogram erzak topladı, Adana, Diyarbakır ve çevre şehirlerde her gün en az 2000 ekmek pişirildi Erzincan için. Yani sular her seferinde boğaza geliyor ama ‘sen’ geri yolluyorsun. Fakat bir gün senin de gücün yetmeyecek, ya o zaman ne olacak? Bak 83 yıl oldu, ben hala iliklerime kadar donuyorum.
Sonra ağustoslar güzeldir, 17’si olmasa. Saat sabah üç, 365 bin bina tuzla buz oldu daha kabuk bağlamış gövdemizde. O gün de öldüm tam 18 bin 373 kez. Ömrümüz dediğimiz yıllara adanmış nefesi bir kez daha aldı götürdü sadece 45 saniye. Soğuk da değildi, hani telgrafla falan da haber gitmiyordu ki… yardımı kardan dolayı değil koca Marmara’da ulaşım yetersiz olduğu için yetiştiremediler. Depremden sonra 470 tane ‘Geçici İskan Alanı’, 562 tane ‘Birinci Derecede Acil Ulaşım Yolu’ yapıldı. Ne âlâ! Şimdi o alanlarda alışveriş merkezleri, boy boy gökdelenler var. O yollar ya kapatıldı, ya da otopark oldu artık. Yasaya bir dizi vergi girdi, bazıları halen duruyor. 20 bilim insanı ve araştırmacı ile Ulusal Deprem Konseyi kuruldu. Ömrü sekiz yıldı. 200 kişinin katili olan adamı hapse attılar, 200 kişiyi cebine dolacak para için canlı canlı gömmüştü bu adam… şimdi dışarıda, devam ediyor hâlâ aynı binaları yapmaya. Belki de bu sefer 500 kişiyi katletmek için. Bunlar demek oluyordu ki, deprem artık bir doğa olayı değildi. Üzerimize doğru büyüyen bir felaket gibi yeniden doğurmuştuk onu. Bazıları için hırsızlık sadece eşya çalmak değildi çünkü. Onlar cana susamışlardı… Yani tesadüfen yaşıyorduk artık. Bir gün tesadüfen ordaydık ve öldük. Bu kadardı. Bizi unutmaları ise bu kadar bile sürmedi. Herkes o kadar kör olmuştu ki, batışımızın hızlandığını yine kimse fark etmedi. Biz sessizce döktüğümüz gözyaşlarımızla bir okyanus yaratmıştık, sırtımızda evimizin duvarları varken. Su boğazı geçmiş, boyumuzu aşıyordu artık. Daha kötüsü olur muydu? Daha ne kadar ölüm gibi kokardık ki?
Ve Tevfik Fikret’in söylediği gibiydi her şey;
“Minarelerin bile
Yerde başı
İnsan böyle uğursuz bir vuruşla karşılaşınca
Birazcık uyanır…”
Birazcık uyanacağız diye binlerce kez ölmemiz de yetmiyordu. Çünkü insanoğluna ölüm hariç hiçbir şey yetmiyordu ve aslında diğer her şey ölümü getiriyordu. Büyük bir doyumsuzluktan doğan büyük bir katliamdı bu.
Ve biz birazcık bile uyanmayınca ‘tesadüfen’ bir kez daha gökyüzümüz birkaç moloza sıkıştı. Uyuyor muyduk gerçekten yoksa uyuyor numarası mı yapıyorduk? Ben açıklanan rakamlarla 43 bin kez tekrar öldüm. Ve daha kim olduğum bile bilinmiyordu. Bu sefer soğuktu, 83 yıl önce olduğu gibi. Hani depremi olduktan ancak saatler sonra telgraf ile haber verebildikleri yıldan bahsediyorum. Hani ben en son orada donarak ölmüştüm…
Canımız yanıyordu sanki kırık faylar sızlar gibi. O beklediğimiz ve daha çok bekleyeceğimiz fay hatları çoktan patlamıştı kalbimin güneydoğusunda. Fakat benim ölecek canım kalmadı artık.
8 yaşındaki Meryem bir şiir yazdı. Şiirin adı ‘Dünyam Karardı’. Anlayabiliyor musun bilmiyorum, daha 8 yaşındaki küçücük bir kız çocuğu dünyasını nasıl kararttığımızı anlattı mısralarla. Anlamadılar Meryem. Ağlayabilselerdi senin gibi, anlayabilirlerdi belki.
Peki Meryem’e ne dediler? “deprem gelir ve ölürsünüz. ‘Kaderde bu varmış.’”
Ne Meryem’e şiir yazdıran depremdi ne de beni binlerce kez öldüren. Sebep olunmuşsa eğer, gelen değildir ecel. Birileri ecel olmuştur. Ademoğlu sanır ki, kostüm giyince sakalı gözükmez.
Soğuktan donmuş ve şişmiş ellerimi tut biraz ve sakın bırakma. Nefesim daralıyor gittikçe. Oysa bir babanın kızını sevdiği gibi seviyordum ben bu şehri, bu ülkeyi ve bu insanların hepsini. Şimdi soluyamadığım bu hava bir umut gibi doğuyordu içime, meğerse kırıklarını bırakıyormuş ciğerlerime.
Bir şiir yazılıydı defterimin ilk sayfasında;
“Ben şimdi buradayım ya
Birazdan yok olabilirim
Toz gibi duman gibi
Savrulurum gökyüzüne
Ardımdan koşmaya gücünüz yetmez
Nasıl kaybolduğumu anlayamazsınız
Bir de duyarsınız ki ölmüşüm.”
O defteri de benimle birlikte gömün bu sefer. İlk sayfasına ölümümü yazdığım defterimin diğer sayfalarına umutlarımı dizmiştim çünkü, bir bir. Her şey ilk sayfada bitti. Bir kez daha. Bir kez daha tamamlayamadım defterimi. Daha fazla yazmaya gücüm yok. Daha fazla ölmek istemiyorum ben.
Beni burada unuturlar ve ben çürürüm. Bizi unuturlar ve kimse hatırlamaz kaç bin kere öldüğümüzü. Ve benim burada olduğumu hatırlayanlara nankör derler.
Beni burada unuturlar ve daha binlerce kez ölüp kayboluruz bir gece yarısı. Ha beni buraya gömmüşsün, ha beni burada unutmuşsun. Sen benim canıma mal olmuşsun.
Şimdi vakit, yüreği çiçeklendiren tüm duygulara elveda vakti. Ben 6 Şubat 2023’te son kez ölüyorum. Sen birazcık uyan diye. Beni de, beni buraya gömenleri de unutma. Çünkü ben 83 yıldır aynı memlekete gömülüp duruyorum. Çünkü biz ölüm kadar masumduk ama ölüm bizim kadar masum değildi. Çünkü biz yıkıldık, en dibe doğru.
Ve sen belki de yıkılmayan tek şey bile olsan dik duracaksın. Binlerce kez daha ölmeyelim diye. Görüyorsun ya ellerimiz ellerimizde gidiyoruz. Ve çığlıklar kalıyor geriye, sesi bile çıkmayan. Hep her şeye sahip olduğumuzu söylerler fakat hiçbir şeyimiz yoktur aslında. Birbirimizden başka hiçbir şeyimiz yok. Ve sakın korkma, evet insan bu kadar acıyla ölür. Bir kere daha dirilmek için… artık bu görev senin.
Bu tam bir veda değildir. Burada söylenmeyen birçok cümle vardır. Fakat bazı vedalar da yarım kalır…
“Şimdi artık yoksun çocuk,
Bir şey yaşayamadan hayatta,
Onun bize verdiği yıllar soluk,
Ve biz yaşlılar hapisiz içinde.”