Neme lazım be Sultanım
Gücünü makamdan, paradan, siyasetten, bir takım yakınlık bağlarından veya ahbap çavuş ilişkisinden alanların önemli yerleri işgal ettiğine, hala önemli görevlere bu çarpık anlayışla getirildiğine üzülerek şahit oluyoruz. 24 Haziran seçimlerinin hemen öncesinde;
“Şinasi Bu Senin Son Şansın” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. O günlerde uyarılarını yaptığımız yanlışlıkların seçimden sonra tekrar yapılmamasını, aksi takdirde geri dönüşü olmayan çıkmaz bir yola sürükleneceğimizi anlatmaya çalışmıştık. Bu yanlışların karşısında, sahabe misali Halife Hz. Ömer'e verilen cevabın mirasçıları olarak, görevimizi gücümüz yettiği kadar yapma konusunda kararlı olduğumuzu hatırlatmak isteriz. Buna ne kadar gücümüz yeter bilmem ama karınca misali, bu yolda şu taşımaya, Molla Kasım olmaya talibiz. Kral çıplak demeye, haksızlık karşısında dilsiz şeytan olmamaya kararlıyız.
Çünkü söz konusu memleket meselesi, söz konusu milletimizin bekası, söz konusu vatan, yani gerisi lâf-ı güzaf, gerisi teferruat.
Bu konuda haddi aşmak varsa, varsın olsun, yeter ki maksat hasıl olsun. Bir hakikat gün yüzüne çıksın. Birileri gücensin, birileri rahatsız olsun, zülfiyâre dokunulmuş olsun, ne korku ne keder, yeter ki işler düzelsin, ehliyet ve liyakat ile müşküller hâl ve âsân olsun. Velev ki sözümüz kaba olsun. Akif'in dediği gibi:
“Hayır, hayal ile yoktur benim alışverişim…
inan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim.
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek:
Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek!”
Büyük medeniyetimizin zirvesinde bizim yükselişimizi durduran ve gerileyip yok olmamıza vesile olan nedenleri çok hazin bir şekilde ortaya koyan şu tarihi olay ne kadar da ibret vericidir.
Kulaklara küpe ola,
Suskunlara feryat ola.
Kanuni Sultan Süleyman, devletin akıbetini hayâl eder, günün birinde “Osmanoğulları da inişe geçer, çökmeye yüz tutar mı?” diye derin derin düşünmeye başlar. Bu gibi soruları çoğu zaman süt kardeşi meşhur âlim Yahyâ Efendi’ye sorduğundan bunu da sormaya niyet eder. Güzel bir hatla yazdığı mektubu keşfine inandığı Yahyâ Efendi’ye gönderir.
“Sen ilahî sırlara vâkıfsın. Kerem eyle de bizi aydınlat. Bir devlet hangi halde çöker? Osmanoğullarının âkıbeti nasıl olur? Bir gün olur da izmihlâle uğrar mı...?” şeklinde mektubunu gönderir.
Mektubu okuyan Yahyâ Efendi çok kısa ama anlamlı bir cevap yazar.
“ Neme lazım be Sultanım!”
Bu cevabı hayretle okuyan Sultân, bir mânâ veremez. Yahyâ Efendi gibi bir zâtın böyle basit bir cevapla işi geçiştireceğini pek düşünmez. Söylenmeye başlar: “Acaba bilmediğimiz bir mânâ mı vardır bu cevapta?” Nihayet kalkar, Yahyâ Efendi’nin dergâhına gelir. Sitem dolu sorusunu tekrar sorar:
“Ağabey ne olur mektubuma cevap ver. Bizi geçiştirme, soruyu ciddiye al!”
“Sultânım sizin sorunuzu ciddiye almamak kâbil mi? Ben sorunuzun üzerine iyice düşündüm ve kanaatimi de açıkça arz ettim.”
“İyi ama bu cevaptan bir şey anlamadım. Sadece “neme lâzım be Sultânım!” demişsiniz.
“Sultânım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de “neme lâzım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa. Fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin, feryâdı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimâd ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir.”
Aman dikkat!
Büyük medeniyet yolculuğumuzda, hızımızı kesen, tökezleyip yere kapaklanmamıza (Allah korusun) sebep olan yoldaki çukurları, tümsekleri, engelleri yok edip, yola devam etmek için ne lazımsa, neme lazım demeden, Üç maymunu oynamadan,
Söylemeye, haykırmaya, yazmaya, çizmeye, çözmeye devam...
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.