Ne Sihirdir Ne Keramet, Kendini Bilmektir Marifet
İllüzyonist, elinde tuttuğu karta yahut şapkasına odaklanmamızı ister. Az sonra gözlerimiz önünde gerçekleşecek ve bizi hayretler içinde bırakacak “numarayı” kavramak, esasında ne olduğunu izah edebilmek için tüm dikkatimizi –tam da illüzyonistin arzu ettiği gibi- istenen noktaya teksif ederiz. Aslında ne kadar yoğunlaşırsak, ne kadar konsantre olup kendimizi verirsek, garip bir şekilde “numarayı” anlamaktan o kadar uzaklaşmış oluruz. Çünkü “numara” dikkatimizi yoğunlaştırdığımız yerde değil, dikkat ordularımızı sevk ederken boş bıraktığımız mevzilerde gerçekleşecektir.
İllüzyonistlere dilimizde “gözbağcı” denilmesi enteresandır. Gerçekten de bu meslekte işin püf noktası, seyircinin gözünün en iyi gördüğünü sandığı anda bağlanmasıdır.
İllüzyonistlerin istifade ettiği zaafımız, aslında küçük bir bölgeyi doğru dürüst görebildiğimiz halde, tüm resmi gördüğümüzü sanıyor olmamız. Dikkatimizi odakladığımız nesneyi tüm hatlarıyla keskin bir netlikle gördüğümüzü kabul etsek bile, o dar dikkat alanımızın hemen çevresinde beynimizin algıladığı görüntü flulaşıyor, tüm teferruatını kaybediyor. İşte tam burada, kendi zihnimizin sebep olduğu derin yanılgımız ortaya çıkıyor. Beynimiz, sadece küçük bir kısmına odaklandığımız manzaranın sanki her tarafını aynı netlikte görüyormuşuz gibi, büyük resmi tamamlayıveriyor. Bu koca flu resmin netliğine o kadar kaniyiz ki, nasıl olup da o tavşanın “gözümüzün önünde” ansızın peydahlanıverdiğine yahut az önce illüzyonistin elinde tuttuğundan emin olduğumuz iskambil kartının bir anda sırra kadem bastığına akıl sır erdiremiyoruz!
Bahsettiğimiz illüzyon şaşkınlığına benzer halleri günlük hayatlarımızda sık sık tecrübe ediyoruz. Hiç gündem sıkıntısı yaşamadığımız ülkemizde, hemen her gün çeşitli konularda hızlıca bilgi edinmek ve kanaat oluşturmak için gazeteleri, dergileri, internet sayfalarını okuyor, radyoları dinliyor, televizyonlarda “uzmanları” seyrediyoruz.
Aslında bu halimizle, farkında bile olmadan, toplum mühendislerinin, sosyal gözbağcıların açık hedefi haline geliyoruz.
Televizyonlara, gazetelere, internete, hatta kitaplara başvurup tam “senaryoyu” çözdük derken, bir de bakıyoruz ki hayatımızda en “kötü” diye bellediğimiz şahsiyetler imdat beklediğimiz kurtarıcılar olma yoluna girmiş. Kahramanlarımız, başrol oyuncularımız bir anda figüranlaşmış.
Şaşırıyoruz, afallıyoruz, hayrete hatta bazen dehşete düşüyoruz.
Peki, neden böyle oluyor?
Beynimiz odaklandığımız yer dışında pek de göremediğimiz yerlerin görüntüsünü “tamamlıyor” demiştik. Benzer şekilde beynimiz, detaylarını etraflıca ve derinlemesine öğrenemediği mevzuların eksik taraflarını, sübjektif “inançlarımız” istikametinde “tamamlıyor”. Başka bir deyişle bir mesele hakkında asıl kanaatimizi, odaklandığımız küçücük bölgenin dışında kalan koca alan hakkındaki inançlarımızdan oluşturuyoruz.
Kanaatlerimizi hakikate göre değil, hakikatin kafamızdaki çarpıtılmış bir versiyonu üzerine inşa ediyoruz.
Anlama gayretimiz esnasında önyargısız ve objektif olduğumuzu düşünmemizin bizzat kendisi açık bir yanılgı aslında! Çünkü okumak için seçtiğimiz kaynaklardan, sesine kulak vermek üzere kapısını çaldığımız düşünürlere kadar gayet önyargılı tercihler yapıyoruz. Mesela mevzu tarihse, önceden itimad ve itibar ettiğimiz bir tarihçinin ne dediğine bakıyoruz. Mevzu siyasiyse kimsecikler kendi partisinin liderinden başkasının ne dediğine kulak asmıyor. Mevzu dinî ise kimse, kendi hocasından başka kimsenin sözlerine iltifat etmiyor.
İşin kötüsü, o “kanaat önderleri” bizimle aynı illüzyonun seyircileri oluyorlar çok zaman. Onların manipülasyonu geniş kitlelerin manipülasyonunu kolaylaştırıyor.
Çok az insan görmesi için gözüne sokulanın ötesini sorgulayabiliyor.
Buradan hareketle Uğur Mumcu’ya ithaf edilen, ilk görünüşte güzel bir aforizma gibi görünen meşhur sözü tenkid etmek mümkün: “Bir konuda bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olunmaz.”
Bir konuda bilgi sahibi olmanın ehemmiyetini elbette küçümseyecek değiliz ama bilgi edinme sürecinin sübjektif kanaatlerden yahut fikirlerden azade bir süreç olduğunu iddia etmek yanlış.
Başka bir deyişle, bir konuda başlangıçta hiçbir kanaat sahibi olmadan bilgi edinilebileceği düşüncesi fazlaca steril ve ütopik! Bilgi edinme süreci denilen şey aslında, zaten edinilmiş kanaatlere aklî deliller bulma ve o kanaatlerin yanlışlığını ispat eden gerçekleri inkâr etme, yok sayma yahut ihmâl etme sürecidir.
Bu ne demek?
Bu en keskin kanaatlere sahip olduğumuz, "adımız gibi bildiğimiz" konularda bile çok fena yanılıyor olabiliriz demek! Çünkü neticede gördüğümüz, hakikatin tümü değil inançlarımız süzgecinden geçerken deforme olmuş küçük bir parçası. Çünkü çoğu kez kendi kanaatimiz sandığımız şey bizimle aynı kusurlara sahip başka insanların doğruluğu meşkûk kanaatleri.
Bu bilgiler ışığında “kanaatlerimizi” mütemadiyen ve ciddiyetle sorgulamamız lazım. Soru beyin konforumuzu bozsa da sormalıyız:
Acaba çok fena yanılıyor olabilir miyiz?
Acaba o çok sarsılmaz inançlarımız az sonra bir sihirbazın şapkasında gözden kaybolacak tavşanlardan farksız olabilir mi?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.