Martılar
“İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı…”
Galata’dayım, sokaklar tıka basa insan. Köşede küçük bir sahaf var, önünde 50’lerinde bir ağabey kitap okuyor. “Nasıl rahatsız olmuyor bu sesten?” diye geçiriyorum içimden. Herhalde dalıp gidilesi bir şey okuyor. Hafifçe eğiyorum başımı, “El Medinetü'l Fazıla” yazıyor. “yaa” diyorum. “Demek ki sen de ideal bir toplum arayışındasın.”
Belki de bu gürültüden en çok o rahatsız oluyor.
İlerliyorum, karşıda bir helvacı var. Kapısının önüne üstü başı yırtık bir çocuk düşüyor. Ardından yakalarına yapışıyor helvacı. Defaten oluyor her şey, şaşırıyorum. “Paran yoksa niye geliyorsun ulan helvacıya?!” diyor helvacı. Çocuk gülüyor, yakalarında halen helvacının elleri. “Çok canım çekti be abi” diyor. “Utanmadan gülüyor bir de. Defol git, bir daha görmeyeceğim seni burada!”
Çocuğun yakaları ve adamın elleri ayrılıveriyor sonunda. Çocuk gülmeye devam ediyor fakat hiçbir şey söylemiyor. Ellerini yırtık ceplerine sokuyor, bana doğru yürüyor. Yaklaşıyor iyice, gözlerine bakmaya fırsat buluyorum. Ela gözleri, parlıyor. “Ağlamamak için gülüyormuş” diyorum içimden. Tam önümde duruyor.
“Abla,” diyor. “Boynundaki kamera çok iyi bir şeye benziyor. Beni de çeker misin onunla? Buraya gelenler hep şu taş yığınını çekiyor.”
Galata’ya taş yığını diyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Helvacı da bize bakıyor. Sanki kelimeleri unutuyorum.
“Anlamadım?” diyorum. Gülüyor. Helvacı, beni rahatsız ettiğini düşünmüş olacak ki, bize doğru adımlıyor. Çocuk tam bir şey söyleyecekken sözünü kesiyorum.
“Sen şimdi git, ben arkadan çekeceğim senin fotoğrafını” diyorum. Helvacı duruyor, anlamaya çalışıyor.
“Tamam ama güzel çıksın tamam mı?” diyor. Gülüyorum. Elleri cebinde yürümeye devam ediyor. Kameramı kaldırıyorum ben de. Galata’nın önünde darmaduman bir çocuk yürüyor. Kameramın merceği ve kızgın helvacıdan başka kimse bakmıyor ona.
“Farabi,” diyorum. “diyor ki, toplum bir insan bedeni gibidir. Herkes kendi işlevini yerine getirir. Mükemmel topluma ancak birçok insanın bir araya gelip yardımlaşması ile ulaşılır.”
Birkaç fotoğraf çektikten sonra öylece bakıyorum arkasından. Güzel çıkıyor fotoğraflarda. Görüp beğenmesi isteği doluyor içime.
“1500 yıllık kuleye taş yığını dedi yahu!” deyip gülüyorum. Bir fener kulesi Galata. Günümüze kadar onlarca farklı görevi yerine getirmiş bir aşık…
“Çocuk,” diyorum. “Bu kulenin gölgesinden kaçacaksan Hezarfen olcaksın.”
Duymuyor beni. Çoktan gözden kaybolmuş. İlerliyorum ben de.
“İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı…”
Saate bakıyorum. “Eyvah!” diyorum, “geç kaldım yemeğe.”
Ümraniye’ye gitmem gerek. Vapura bineceğim.
Limanda yürürken martılara takılıyor gözüm. Biraz seyrediyorum onları. Sonra bir korna sesi kendime getiriyor beni. Bir motorun üstünde iki genç, sanki benim yaşlarımdalar.
“Kardeşim çekilsene, iki saattir kornaya basıyorum” diyor öndeki.
“ Affedersiniz.” deyip çekiliyorum. Halbuki yolun ortasında da değilim. Hızlıca geçiyor yanımdan. Martılara dönüyorum. “Sizin yüzünüzden eziliyordum. Yok size simit!” diyorum. Param da yok gerçi. Simit de ucuz değil.
Vapura biniyorum. Kenar kısımlarda bir yere oturuyorum. Denizin sert rüzgâr
çarpıyor suratıma. Fotoğraf çekinmek için rüzgârla savaşa tutuşan insanlara bakıyorum. Vazgeçip mütareke yapıyorlar. Rüzgâra karşı savaş mı olur?
Biri oturuyor yanıma. Elinde kaskı var. “Ben bunu nerede gördüm?” diyorum içimden. O da bana bakıyor, sonra elimdeki mecmuaya kayıyor gözleri.
“Dergi mi okuyorsunuz?” diyor. Cevap vermeme izin vermiyor. “Çok okuyan biri olduğunuzu anlamıştım zaten. Baksanıza, dalıyorsunuz sürekli.”
Az önceki motorun arkasında oturan genç bu. Arkadaşı onu bırakmaya gelmiş anlaşılan.
“Çok okumakla ne alakası var bunun?” diyorum. Hafif de tebessüm ediyorum.
“Çok okuyanların sürekli düşünecek bir şeyleri oluyor” diyor. “ martılara bakıyordunuz. İnsan martılara niçin uzun uzun bakar?”
Şaşırıyorum. Fakat hoşuma da gidiyor sözleri.
“Buraya gelirken bir çocukla karşılaştım,” diyorum. “aklım onda kaldı sanırım.”
Gülüyor. Martılara dönüyor yüzünü. Biraz esmer bir teni var. Koyu renk saçlarını okşuyor rüzgâr.
“Hırsızlık falan mı yaptı bu çocuk?” diyor. Şaşkınlıktan gözlerimi sonuna kadar açıyorum. İkidir bir şeyleri tutturuyor. Cevap veremiyorum, anlıyor.
“Hani martlar da hep yiyecek bir şeyler çalar ya” diyor. “Bakmayın öyle, kâhin falan değilim.”
Kendime geliyorum. Kahkahası ilişiyor kulaklarıma. Ben de gülüyorum.
“Tam hırsızlık denemez ama onun gibi bir şey” diyorum.
“Sizin niye aklınıza takıldı bu kadar?” diyor.
“İzledim onu öylece, hiçbir şey yapmadım.” Acı bir tebessüm yerleşiyor yüzüne.
“Ben normal olanı bu sanıyordum” diyor.
Uzunca bir sessizlik oluyor. Bir nefeslerimiz bir de denizin vapuru dövüşleri var sanki sadece. Bir eliyle kucağındaki kaskla oynuyor. Küçük bir kız var biraz ileride. Simit atıyor benim ceza kestiğim martılara. Kısa saçları iki yandan bağlanmış. Mutluluğu nasıl da belli oluyor. Özgürlük bu. Başka nasıl bu kadar kolay mutlu olunabilir ki? İnsan zaten en çok o yaşlarda özgür değil midir?
“Matılar,” diyor yanımdaki ses. “çok güçlü bir toplumsal yapıya sahiptirler. Bir tehdit görünce yüzlercesi birlik olur, hatta onu denize sürüklemeye çalışırlar; boğmak için.”
Birlik olmak diyor. Farabi geliyor yine aklıma.
“O halde biz kesinlikle martı değiliz” diyorum. Gülüyor yine, “ne çok gülüyor” diye geçiriyorum içimden.
“Haksızlık ediyorsunuz. Aslında hepimizin içinde biraz martılık var. En azından eskiden varmış” diyor. Düşünüyor biraz.
“o çocuk özgür bir martı olsa gerek” diyor, “biz ise ona yardım edemeyecek kadar tutsak.”
Yüzümü ona çeviriyorum. Gözleri parlıyor. Kocaman bir tebessüm var çehresinde.
“Ağlamamak için gülüyorsunuz” diyorum.
“Ağlayınca kimse görmüyor” diyor. “Gülünce en azından bir kere bakıp ‘deli’ diyorlar.”
Vapurun sesi tırmanıyor kulaklarımıza. O da kavrıyor kucağındaki kaskı. Aynı tebessümle bana dönüyor.
“Güzel sohbetti, sağlıcakla kalın” diyor. Sohbet etmiş bile sayılmazdık oysa. Aklına bir şey gelmiş olacak ki, öyle bir hâl alıyor yüzü.
“Bir daha bir şeyler düşünürken daha dikkatli olun” diyor. Kocaman tebessümüne eşlik ediyorum.
“Ederim. Siz de dikkat edin kendinize.”
Kaskını takıyor. İnince motora binecek herhalde. Ellerini cebine sokuyor. Beni ardında bırakarak ilerliyor.
“Aynısı” diyorum “aynısı sanki.”
Kameramı açıyorum ivedilikle.
“Richard Bach,” diyorum. “diyor ki; acaba biz, dünyamızdaki özgürlüğün bitişini izleyen martılar mıydık?”
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim hiç bu kadar açık olmamıştı…