Köye dönüş
60 ile 80 yılları arasında köylerden şehre göçün başladığı yıllar. Bu yıllar köylerin sahipsiz, çaresiz ürettiği ve yetiştirdiğinin para etmediği yıllar. Tarlalar bölüne bölüne de küçüldüğü için de yeni payların gelirinin daha da azaldığı şehre göçün en fazla olduğu yıllar. Köylü milletin efendisi dendiği karnı doymuyor, sahipsiz bu arada şehrin imkanları yaşam imkanlarının cazip taraflarının durumu köylerin en büyük lafları. Köylerden ata toprağını istemeye istemeye ekmek için köyden şehre akın akın gidildiği yıllar. Yıllar önce.
Şehre Gidiyoruz
Ebem bağırıyor:
-Sahanları koydun mu? Maşrapayı ayrı koy, yolda lazım olur.
Herkes bir telaş içinde, büyük bir gayret var.
Şehre gidiyoruz.
Ankara’ya gidiyoruz.
Durmadan üzerime üzerime atlayan kangal Alaş, bugün çok durgun, havlamıyor, hoplayıp zıplamıyor.
Her yerde bir hüzün var. Buz gibi akan Budakpınar bugün bir başka nazlı akıyor. Ellerimi, yüzümü yıkıyorum, hararetimi almıyor.
Bugün arkadaşlarım üzgün.
Ahmet elini boynuma atmış:
-Bizi unutma emi!
Şehre gidiyorsun ya, artık senin de her şeyin olacak, iskarpinin, ceketin…
-Bizleri unutma emi!
Bütün dünyam, köyün çevresindeki dağlar, o da zaten devamlı bulutlu.
Nasıl olacak, nereye gideceğim, ne yapacağım, kimler arkadaşım olur?
Akşam sığırları kiminle karşılarım, eşeklere kiminle binerim, kiminle topaç, kiminle çelik-çomak, kiminle saklambaç oynarım? Bunları sıraladıkça şehre gideceğim için biriken sevinç, yavaş yavaş bir burukluğa ve şimdiden hasrete dönüşüyor.
Ah köyüm! Karnımız doymuyormuş, bir şey alamıyormuşuz, onun bunun yanında çalışmak olmuyormuş, tarlalar bölüne bölüne mahsul yetmiyormuş, artık burada nasibimiz kalmamış.
Artık şehre gidiyoruz.
Çilli horozum, böyle uzun uzun beni uyandırmak için ötmene gerek yok.
Alaşım, beni görünce çılgın gibi kuyruğumu sallayarak gelmene gerek yok, çünkü ben gidiyorum.
Ben şehre gidiyorum.
Bütün hatıralarımı yanıma aldım.
Yamalı gömleğimi, yırtık lastik ayakkabımı, ağaç dalından yaptığım düdüğümü alarak şehre gidiyorum.
Ta ilerideki bulutları aşacakmışız, kuşlardan daha da ötelere gidecekmişiz. Nasıl olacak Allahım!
Yüreğim daralıyor.
Biz şehre gidiyoruz.
Tarhana çorbasını, bulgur pilavını, yarma ekmeğini, yufkayı nereden alacağız? Nasıl yapacağız? Kafam karmakarışık.
Biz şehre gidiyoruz.
Otobüs geldi.
Zaten fazla bir eşyamız yok. Babamın tahta valizi, anamın bohçası, yatak, yorgan, bizlerin urbası, üzerinde tıka basa her tarafı sallanan hurda otobüse biniyoruz.
Oturakları dolu, yerler dolu. Haydi hayırlısı, şehre gidiyoruz.
Komşular bizi izliyor, Ahmet el sallıyor. Selahattin gözümün içine ‘niye gidiyorsunuz’ dercesine bakıyor.
Abdulkadir’in gözleri buğulanmış, dudakları titriyor.
Can arkadaşlarım.
-Ne olur üzülme Abdulkadir! Abdulkadir koşarak otobüsün yanına geliyor, elimi ellerinin içine alıyor, kendini zor tutuyor.
-Gene geleceksin değil mi, bizi unutma!
-Geleceğim, sizleri hiç unutur muyum?
-Abdulkadir, Alaş sana emanet.
Büyük bir gürültü ve homurtuyla otobüsümüz hareket ediyor.
Biz şehre gidiyoruz.
Ey koca şehir, biz geliyoruz.
Seni hiç tanımıyorum, harmanınız neresi, bağınız bahçeniz neresi, bilmiyorum.
Ah şehir!
Büyükşehir!
Biz geliyoruz!
Bu sefer topraklarımız taşlaşmadan etimiz sütümüz peynirimiz tereyağımız fasulyesi domatesi meyvesini üretmek ve yeni pazarlara hazırlamak satmak için yeni heyecanla tekrar 2000 yılı ile birlikte şehirden köylere göç başladı. Geleceğin ihtiyacı gıda mimarları geri dönüyor.
Şehirden yeni bir ümitle köye dönüş başladı, devam ediyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.