İstiklal şairine vatan haini muamelesini reva görmek - 2
Nadi Sadullah diyor ki: “Mehmet Akif ideal bir sanatkârdır. Amacı için ölüm döşeğine girene kadar, dönmeden, yılmadan, bıkmadan, durmadan dövüştü. Davasını, saçları sakalları ağarıncaya kadar, kutsal bir yük gibi, diyar diyar taşıdı. Satmadı. Satılmadı.”
Bir komünist olan Kerim Sadi, Akif’i eleştirmek için şöyle diyor: “O bulunduğu kabın şeklini alan sıvı gibi değildi. Girdiği kaba şeklini veren katı bir cisim gibiydi.”
Akif hayatı boyunca yaptığı her işi en güzel şekilde yapan ender şahsiyettir. Çok iyi bir sporcu, güreşte yüzmede, gülle atmada. Bebek’ten karşıya boğazı yüzerek geçen iyi bir yüzücü.
Kendi ihtiyacı varken, “ asıl verdiklerimiz bizimdir” diyen Peygamber Efendimiz gibi, en zor zamanlarında dahi cömertliğine şahit olmaktayız.
O vatanını canından aziz bilen ender insanlardandı. Hayatının hiçbir döneminde yapılan yanlışlıklara sessiz kalmamış, en yüksek perdeden mücadele ve muhalefet etmiştir. Bu yüzden ikinci Mecliste milletvekili yapılmamış, dahası neredeyse göz hapsine alınmış, peşine hafiyeler takılmıştı. Akif sıradan insanların anlayamacağı bir hassasiyetle bu duruma kahrolmuş, canından çok sevdiği vatanında hain gibi muamele görmeye tahammül edememişti.
-“Akif canın tehlikede , buraları terk etmelisin” diyen arkadaşına,
-“Nasıl olur, kaçıp gitmemi mi istiyorsun?”
-“Hayır, sana bir zarar verirlerse, ortalık karışır, yüzlerce binlerce insan zarar görür.” deyince gönüllü sürgün için Mısır’a gitme kararı almıştı. Kızının düğününe bile kalamadan İstanbul’dan ayrılırken,
-“ Akif, canından çok sevdiğin vatanını nasıl terk edeceksin?” diyen bir başka dostuna,
-“ Bana kuduz muamelesi yapıyorlar. Ben hain miyim? Peşime hafiye taktılar. Bu hakareti kaldıramıyorum.” Diyerek, ciğer paresi kızının düğününü göremeden, canından çok sevdiği vatanını terk etmiş, üzüntüden ciğerleri parçalanırcasına, siroz hastalığına yakalanmış, sefalet ve hasret dolu on yılın ardından, öleceğini anladığında İstanbul’a dönmüştü. 27 Aralık 1936 günü öldüğünde, cenazesinde konuşmak isteyen dostunu tutuklatan zihniyet devletin başına çöreklenmişti. Canını vatanından aziz bilen Akif’e ve onun şahsında taşıdığı değerlere düşman olanlar, harici düşmanların yapamadığını yaptılar. Ecdadımızın uğruna canını feda ettiği değerleri ayaklar altına aldılar.
Vatan şairi, istiklal şairi, Kur’an şairi, İstiklal marşını, o, milletimindir diyerek, safahatına almayan, ülkeme parayla istiklal marşı yazamam diyen Mehmet Akif ERSOY’un cenazesine İstanbul valisi dahil, hiçbir devlet yetkilisi katılmamıştır. Katılmak şöyle dursun, hiç kimsenin konuşmasına dahi izin verilmemiştir.
Heyhat! Akif’e bu zulmü reva gören “malum zihniyeti” bir nebze olsun anlayabiliriz. Ya biz! Bize ne oldu da, Akif’in temsil ettiği değerlere ve onun emaneti evlatlarına sahip çıkamadık? Oğlu Muhammed Emin, askerde Kur’an okuduğu için ceza almış, hapse girmemek için kaçmıştı. Kaçak hayatı yaşadığı dönemde, Beşiktaş’ta bir çöp bidonunun önünde ölü bulunduğunda, Çetin ALTAN anlatmıştı.
-“ Hafta sonu evdeydim, zil çaldı, gelen delikanlı yüzü yerde mahcup bir eda ile : “Efendim, ben Muhammed Emin, Mehmet Akif’in oğluyum. Babamı çok sevdiğinizi biliyorum. Çok zor durumdayım. En kısa zamanda ödemek üzere, borç istemek için gelmiştim.” dedi. Maaşımı yeni almıştım, cebimden cüzdanımı çıkarıp uzattım. İçinden bir banknot aldı, cüzdanı geri uzattı. “ en kısa zamanda öderim inşallah.” dedi ve gitti. İki gün sonra bir çöp bidonunun yanında ölü bulundu.”
Kızı Suat hanım doksanlı yılların sonuna kadar, aramızda sessiz sakin ve yoksul bir hayat yaşayıp, habersizce göçüp gitmiş de, Müslümanların haberi bile olmamış. Zaten Akif’te hayattayken, vatanı için ailesini, çocuklarını hep ihmal etmişti.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.