İnkârın Gücünü Asla Küçümseme
“Amerikan Güzeli” 1999 yılı yapımı enteresan bir film. Bu filmle hakkında pek çok şey yazılıp çizilmeyi, derince analiz edilmeyi hakeden bir film ama bu yazıda filmin özellikle dikkatimi çeken bir kısmından bahsetmek istiyorum.
Amerikan deniz piyadesi emeklisi, sert ve disiplinli bir babanın oğlu, babasından gizli yaptığı uyuşturucu satıcılığı ile para kazanmaktadır. Babası ise onun hamburgercide tezgâhtar olarak çalıştığını düşünmektedir. Bir gün evindeki odasında bir müşterisine uyuşturucu satışı yaparken müşterisi çocuğun plazma televizyonunu ve pahalı ses sistemlerini görünce aralarında şöyle bir konuşma geçer:
- Bu sistemleri nasıl alabildiğini anlıyorum..
- Babam bütün bunları hamburgercide çalışarak aldığımı sanıyor. (Gülümseyerek) İnkarın gücünü asla küçümseme!
Baba o pahalı eşyaların hamburgercide kazanılan paralarla alınamayacağını elbette bilmektedir. Ama kafasındaki “ideali”, yani kendisi gibi bir adamın oğlunun dürüst ve namuslu yollardan, alnının teriyle, çok çalışarak para kazandığı bir tabloyu hakikat saymak için hakikatin bir kısmını inkâr etmektedir.
İnkâr gerçekten küçümsenecek bir parçası değil insan hayatının...
Biz insanlar birçok mevzuda hakikati inkâr yolunu tutuyoruz.
Mesela tarihi şahsiyetlerin yaptıkları birçok şeyi inkâr edip bazı cümlelerini cımbızlayarak onları bugünkü dünya görüşümüz ve algımız çerçevesinde adeta yeniden oluşturuyoruz. Fikirlerimizi desteklemek için onların bir takım sözlerine atıfta bulunuyoruz. Öyle kolay ki bu tür sözleri bulmak.
Zaten muhtelif istikametlere çekilmeye müsait yeterince vecizeler, hatıralar var. Bunlar kafi gelmezse “vecize istihsal kapılarını” da açık tutuyoruz.
Adeta kendi kendimize telkin vererek mazide vuku bulmuş hadiselerden günümüze akseden teferruatın hoşumuza gitmeyen önemli kısımlarını unutuveriyoruz. Bazen de hayli ehemmiyetsiz meseleleri sırf kafamızdaki dünya tasavvuruna uyuyor diye abartıyoruz.
Mesela can-ı gönülden benimsediğimiz, peşine düştüğümüz siyasi liderin gün gibi ortada olan yanlışlarının varlığını inkâr ediyoruz.
Yahut kendimize düşman bildiğimiz, adeta nefretiyle yaşar hale heldiğimiz siyasetçilerin hayırlı hizmetlerini, hayatımıza getirdikleri değişimleri “tamamen” inkâr ediveriyoruz.
Görmezden gelmekten, rasyonelleştirmekten değil inkâr etmekten bahsediyorum.
Tuttuğumuz takımın lehine çalınmayan düdükler için ortalığı yıkarken, bizim oyuncunun rakip futbolcunun ayağını kırmak üzere yaptığı hamle sonrasında kart görmemesinde en ufak bir yanlışlık görmüyoruz.
Kendimizi ait hissettiğimiz dini gruptan birilerinin işlediği suçların varlığını kolaylıkla inkâr edip, kendimizi Allah'ın özellikle seçtiği ve dünyadaki tüm “kötülerin” aleyhinde komplo kurup iftira attığı özel bir cemaatin mensubu olduğumuza inandırabiliyoruz.
İnsanın tabiatında var bu tür bir inkâr meyli.
Kim bilir belki de kendi içinde tutarlı bir zihin yapısı kurabilmek için elzemdir bu hâl.
Ama yine de iç tutarlılığımızı inkâr yoluyla sağlarken dışarıdan bir çelişkiler yumağı gibi görünebileceğimiz gerçeğini de ihmal etmememiz gerekiyor.
Bunun için insanın kendisini mütemadiyen ve acımasızca sorgulaması gerekiyor.
Sormamız gereken sorulardan bazıları şunlar:
Acaba ben inançlarımı ve tutumlarımı olabildiğince objektif bilgiye yani çıplak hakikatlere göre değiştirebiliyor, güncelliyebiliyor muyum, yoksa benim inanç gözlüğüm tüm hakikatleri deforme mi ediyor?
Objektif hakikati kafamdaki hakikat algısına uydurmak için ne ölçüde inkâr ediyorum?
Kafamızdaki dünya ile gerçek dünya çeliştiğinde hakikat bazen çok can yakıcı olabiliyor...
Ama derdimiz papağan gibi bize belletilenleri tekrarlamak ve kendi zihnimizde yarattığımız kurgusal dünyada yaşayıp gitmek değil de hakikati anlamaya çalışmaksa can yakıcı soruları sormaya devam etmeliyiz...
Salih Cenap
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.