Hiçbir şeyi olmayan son(suz) kış
Kış gelecek ve dökecek çocuklarını ağaçlar. Biz birer güvercin gibi peş peşe dolaşacağız yine aynı kaldırımları. Kış gelecek ve soğuyacak Ankara. Ruhumuzu kesecek tıpkı her yıl olduğu gibi, saat sabah 06.00’da. Biz seninle güvercinlerin birden sürüce uçuşmasındaki o kimsesiz “fa” sesi gibi izleyeceğiz aynı sokağı. Hep aynı yollar çıkacak karşımıza. Hep aynı nefesleri karıştıracağız kendimizinkine. Her gün, hep aynı tantana.
Sabah aynı yollardan geçeceğiz, akşam aynı yollardan döneceğiz. Ucumuz, sonumuz hep aynı. Kış gelecek ve her yıl bir gün daha geç gelişine bu yıl da üzüleceğiz. Montlar giyeceğiz, atkılar takacağız. Kış gelecek ve biz her gece aynı ayı seyredeceğiz. Her gün aynı yıldızsız gökyüzüne yansırken ruhumuzun karanlık tarafları, günün ızdırabına lanet okuyup her gün aynı sobanın başında buzlarımız çözülsün diye bekleyeceğiz. Her gün, hep aynı tantana. Her şeyin aynı kalışından, her günün aynı oluşunda rahatsız oluncaya kadar, insan oğlunun sürekli kendini tekrar eden hatalar tufanında bir sağa bir sola sürükleneceğiz.
Kış gelecek ve biz bir ağaç kovuğuna sığışan iki sincap gibi kocaman evlerimizde kendi benliğimize sığamayacağız. Aynı bakkalın soğuk ve bayat ekmeklerini parça parça böleceğiz ellerimizle ve kimse ekmeğin bayat oluşundan duyduğu rahatsızlığı dile getirmeyecek. Eldivenlere sığınacağız, ellerimizi avuç içlerinde ısıtacak hiç kimseyi bulamayınca. Her gün aynı dolabın içinden aynı beş gömleği ütüleyip giyineceğiz. Bu kadar aynılığın içinde sıkıldığımızı belli ettiğimiz tek şey kravatımızın hep aynı renk olması olacak belki de.
Kış gelecek ve değişimin kendisinin bile değişmeyeceğini artık kabullenen ruhlarımız bu değişmemezliğe bir yıl daha göz yumarak sona yaklaşacak, sessiz ve mutsuzca. Her biri birbirinin aynısı olan insanların arasında, her şeyi birbirinin aynısı olan bir benlik olarak, adeta bir depremin tuzla buz ettiği bir gecekondu gibi -zaten herkes yıkılışımızı umarken- kaybolup gideceğiz. Bir saç teli bile bırakamayacağız bundan 50 yıl sonrasına.
Kış gelecek ve güvercinler uçmayacak, bir daha göremeyeceğiz aynı sincapları; gittiler. Her gidişin ardında kalışımız içten içe, bir ağaç kurdu gibi, delik deşik edecek bir tahta kadar bile sağlam olmayan gövdemizi. Kış gelecek ve seninle biz akıp giden bir şelale bile olamayacağız. O kadar bile akamayacağız sonu belli olmayan bir yerlere.
O kadar belli ki sonumuz… o kadar biliyoruz ki yarını, sabit bir fonksiyon gibiyiz; farklı bir sayı olarak da gelsek aynı çıkıyoruz. Hepimiz farklı birer çiçek olarak doğup, aynılaşıyoruz. Kırmızı olmayanımız yok artık, hepimiz birer kanayan gülüz. Oysa solmuş papatyaların yaprakları duruyor hala ruhumuzda. Kim bilir belki sümbüller, belki menekşeler…
Kış gelecek ve belki de kapatacağız o iki yorgun, iki feri sönmüş, iki pınarlarına boşluklar dolmuş gözümüzü. Kıvrılacağız kendi karanlığımıza, iki büklüm, bit tabut ve bolca topraktan başka ne olacağız ki elinde sonunda. İşte her gün, hep aynı tantana; geçip giden onca zamana inat.
Dün olduğu gibi bugün de boğulacağız keşkeler okyanusunda. Yorgun ruhumuzun dörtte üçünü keşkeler, geriye kalanını ise bizden arta kalanlar kaplıyor dostlarım. Öyle ki gün gelir güneş yakar içimizi, içine kendimizi sakladığımız buzullarımız erir. Her şey su olur, su olur ve boğuluruz keşkelerimizde.
İsyan eder dururuz. Bugün de, tıpkı dün ettiğimiz gibi. İsyanımız kendimize değil doğduğumuz evedir hep. Hep başkalarıdır şikayetlerimiz. Günün sonunda değişmeyecek olsa da hiçbir şey, (hayır hayır, değiştirmeyecek olan biziz) her gün aynı insanlardan şikâyet ederiz. Yarın yine aynı şikayetleri edeceğimizi bilerek üstelik.
Kış gelecek ve biz şuradan şuraya gidemeyeceğiz. Kapana kısılmış bir sirk maymunundan farksız oluşumuzu, sahte doğum günleriyle kutlayacağız bu yıl da. Her yıl olduğu gibi… Ve sonsuz bir kışta bulacağız kendimizi. Kış hep gelecek fakat hiçbir şey getirmeyecek ardından.