Her şeyimiz Öyle Öylesine ki…
“İman, insana mahsus en üstün tutkudur.” Diyen Soren Kierkegaard şöyle kısa bir olay anlattıktan sonra birkaç soru sorar.
“Bir zamanlar Hollanda'da baharat piyasası biraz durgun olduğunda, tüccarlar fiyatı yükseltmek için bazı mallarını denize dökmüşlerdi. Bu affedilebilir, belki de gerekli bir savaş hilesiydi. Acaba ruh dünyasında da bir benzerine mi ihtiyacımız var? En yükseğe varmış olduğumuza o kadar eminiz ki geriye elimizde; zaman doldurmaktan, kendimizi o kadar ileri gitmediğimize inandırmaktan başka hiç bir şey kalmadı mı? Bunu bir meziyetmiş gibi göstererek mi bu kuşağı yetiştireceğiz? Bugünün nesline gereken şey bu gibi bir kendini aldatma mı?
Yoksa bu neslin asıl ihtiyacı, görevlere gözü pekçe ve dürüstçe işaret edecek samimi bir ciddiyet, görevleri severek gösterecek, insanları korkutma yoluyla en yükseğe alelacele atılmaya sevk etmeyecek, görevleri herkesin gözüne taze ve güzel ve sevimli ve de cazip lakin sırf zorluklarda heyecan bulan asil yaradılışlara, güç ve heyecan verici gelecek şekilde koruyacak, samimi bir ciddiyet değil mi?”
Aynı soruları şuan bizler de kendimize sormamız gerekmez mi? Çok iyi pozisyonlarda olduğumuz pozlarını bırakıp durumumuzun farkına vararak, gerekli çalışmaları bir an önce yapmak durumunda değil miyiz? İyi olmadığımızı bildiğimiz halde neden hepimiz iyiymişiz rolünü devam ettirmeye çalışıyoruz?
Hepimiz görevini tam yapıyor oyununu ne de güzel güzel oynuyoruz. Kendimizin Asr-ı saadette olduğunu iddia etmesek de sanki Muhteşem Süleyman zamanındaymışçasına her şey bitmiş, yapılacak bütün işler yapılmış. Unumuzu elemiş, eleğimizi asmış gibi davranıyoruz. Suni işlerin sonundaki sahte altın madalyalar, boş gündemin peşinde hakikat avcılığı, bir iki laf, biraz dedikodu ile günümüzü tamamlıyoruz. Sanki tüm bütün bu yaptıklarımızla bir kahraman yorgunluğuyla günümüzü sonlandırıyoruz. Bunun böyle olmadığını gece başımızı yastığa koyduğumuzda “Ben bugün neyi başardım? Yahut bugün neler yaptım?” diye sorsak ve samimi olarak ciddi bir değerlendirmede bulunsak böyle olmadığını ve kendimizi kandırdığımızı göreceğiz.
İnsan, hayatının geri kalan ilk gününe yani bugüne kendini yeterli görerek başlıyorsa o kişinin yapacak ya da başaracak bir işi yoktur. O, gün sonunda evine yine mükemmel olduğunu, mükemmel işler başararak döndüğünü düşünecektir. Ve böylelerinin aklına küçük şirk olan kibrin kardeşi kendini yeterli görme hastalığının çözümü asla gelemeyecektir. Belki de o, Aşere-i mübeşşereden olan Nebi sallallahu aleyhi vesellemin’in “Benden sonra peygamber gelseydi Ömer olurdu." İltifatına nail olan Hz. Ömer’in münafıklardan olma korkusunu hiç anlamayacaktır.
Çünkü o hakikate sahip olduğumuza o kadar kendimizi inandırmışız ki hakikatin temel taşları olan farzları bile hafife alır hale gelmişiz. Mesela herhangi birimiz bir gönül erinin yanına gitse ve o gönül erine gerek ferdi gerekse içtimai anlamda gelişebilmenin yollarını sorsa, o gönül eri de:
“Müslüman olarak üzerine vazife olan farzları yerine getir, yalan söyleme, kalp kırma ve elinden geldiğince insanları iyiliğe teşvik et, kötülükten sakındırmaya gayret et ayrıca ne iş yapıyorsan onu doğruca yap” diye nasihat etse, muhatap asla bu cevaptan memnun olmayacaktır. Çünkü onun beklediği cevap tılsımlı hayaller, boş hamaset ve gereksiz gaz vermedir. Başarının formülü ise gönül erinin verdiği cevaplardır.
Çünkü biz küçümsediğimizi bu fiilleri dahi yapmıyoruz. Yapıyormuş gibi yapıp daha üst perdeden okunacak nağmeler arıyoruz. Çünkü üst perdede yaşıyormuş gibi yapmak hem kolay hem de hoşumuza gidecek kadar zahmetsiz. Hepimiz dünya denilen bu rüya aleminin içinde bile bir kat daha rüya alemi oluşturduk. Kendi kendimizi kandırmamızın yanında tüm bu kandırmacalarla bizden sonraki nesle de bunu armağan ettik. Hepimizi şişirdiğimiz bu kandırmaca koca balonu patlatıp ayaklarımızı yere basmalıyız. Eğer şimdi hatta şu an bunu yapamazsak, her gün bu balonun büyümesine vesile olacağız.
Unutmamamız lazımdır ki Yahudiler, Filistin’de devlet kurma hayaline başladıklarında kendi kendilerine hep şu iki soruyu sormuştur. “Bugün yapamazsam ne zaman yapacağım? Ve ben yapmazsam kim yapacak?”