Can ocağında pişen aş
Bir insanı tanıyabilmek için mutlaka onunla yüz yüze gelmek, karşılıklı oturup konuşmak gerekmez. Eğer ki bu dünyadan göçüp gittiyse geride bıraktığı eserlere bakmak, kitaplarını ve yazılarını okumak da yeterli olabilir.
Güzel insanlar bir bir bu cihandan giderken maalesef daha öncesinde hepsiyle birebir tanışma fırsatını bulmuş olamıyoruz. Ama değindiğimiz gibi o insanların bizlere bıraktıklarına baktığımızda onları tanıma, anlama fırsatına erişiyoruz. Benim için bu insanlardan birisi M. Necati Sepetçioğlu’dur.
Müstesna insanlardan olan eserleri ile kendisini daha iyi tanıdığımız, çağımızın Dede Korkut'u diye andığımız M. Necati Sepetçioğlu; okuyucuyu kitabıyla bütünleştiren, akıcı bir şekilde olayları anlatan ve vermek istediği o müthiş hissi okuyanda uyandıran kıymetli bir yazardır.
Gerçek bir bilgedir ve Türk kültürüne kazandırdığı eserlerle, bir neslin hocası olmuştur. Çoğumuz hikayeleriyle, romanlarıyla büyümüşüzdür.
Ben, büyük ilgi ile okuduğumuz kitaplarından birisi olan ‘Kültür Dizisi’nde ele alınan, milli kültürümüzün mânevî temellerinin inşacısı Hoca Ahmed Yesevî ve yolunun konu edinildiği “Can Ocağında Pişen Aş” kitabından, sizlerde merak uyandırması için kısaca bahsedeceğim…
Bu kitap; ilk sayfalarında inanmanın ne olduğundan bahsetmektedir. ‘Bilmek; inanmakla olur, inanmayan insan bilemez.’ diyerek aklın, gönlün ve yüreğin bir arada inandığı aynı anda kabul ettiği şeyin biliniyor olduğunu söylemektedir.
Biraz daha okuduğumuzda ise aklı, yüreği, gönlü tarif etmekte, akıl-yürek adamlarının, gönül adamlarının kimler olduğunu cümlelerinde bize sunmaktadır.
İlerleyen paragraflarda gönül adamlarını tarif ederken derviş Yunus Emre'nin;
Gönül Calab’ın tahtı, Calap gönüle baktı
İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise,
mısralarını bizlere sunmadan edememekte sanırsam…
Biraz daha ilerledikçe okuyanı daha çok meraklandırmakta ve devamında geçmişimizden, tarihimizden bahsetmekte Anadolu topraklarını nasıl yurt edindiğimize değinmektedir.
Devamında ise Türklerin ruhlarındaki o inanmışlığın İslamiyet’le buluşmasını, İslam’ı sahiplenişini, anlatmak gayesiyle olsa gerek Peygamber Efendimiz’in(sav) dünyaya gelişini bizlere anlatıyor.
Tabi bunları anlatırken; Arslan Baba'dan, cennetten gelen hurmadan bahsediyor ve sonrasında tahmin ediyorsunuz ki Hoca Ahmet Yesevi'ye doğru yol uzanacak...
Bu yolculuk esnasında Yusuf Hamedani’ye rast geliyorsunuz. O mübarek zatın yanından ayrıldıktan sonra Sayram kasabasında buluyorsunuz kendinizi ve Şeyh İbrahim'e uğruyorsunuz.
Sonrasında Musa Şeyhin Ayşe kızına denk geliyorsunuz. Gördüğü rüyayı babasına anlatırken ne olacağı hususunda iyice meraklanıyorsunuz.
Dolayısı ile meraklandıkça daha çok okuyorsunuz…
Hoca Ahmet Yesevi'nin dünyaya gelişi, çocukluğu daha çocukken ağzından ilk çıkan kelimenin ‘Allah’ lafzı olması, söylediklerinin kısa öz olması ve akabinde bir hareket yada işaret olarak belirmesi, Yesevi namını nasıl aldığı, Arslan Baba’yla buluşması, ondan ders alması, Hamedanlı Şeyh Yusuf'tan ders alması…
Derken Türkistan'a doğru yol almış oluyorsunuz Hoca Ahmet Yesevi ile…
Artık kitabın sonuna doğru yaklaşıyorsunuz. Nihayetinde baktığınızda ise hiç sıkılmadan usanmadan tarihte bir yolculuk yapmış olarak buluyorsunuz kendinizi…
Hoca Ahmet Yesevi'yi daha iyi öğreniyorsunuz.
“Hoca Ahmet Yesevi sadece düşünceleriyle ve sözleriyle, hareketleriyle ve tertemiz ömrüyle adını sonsuza emanet eden ölümsüzlerden değildir; özünü İslam'ın nurundan alan bir ruhu ham toprakların vatanlaşmasında maya olarak kullanabilmenin yolunu göstermiştir. Gösterdiği yolda yetiştirdiği müridleri, halifeleri, dervişleri hocalarından aldıklarını geliştirerek pekiştirmişler, bin yıllık bir yurdu adım adım, tıpkı dikenlerden ve ayrık otlarından temizlenen bir toprak gibi bu güne hazırlamışlardır.”
Can ocağında pişen aş dediğimiz lezzet işte budur; bugünkü yurdumuzdur.
Bu güzel kitapları bizlere sunan M. Necati Sepetçioğlu'nu rahmetle, minnetle anıyorum.
Müstefid olabileceğimiz kitaplarla buluşmak temennisiyle...