Bir Virüsten Tevarüs Eden Miras
Zaaf tuğlalarından örülü iğreti bir duvar gibidir insan. Neme dayanıksızdır, neme lazıma mukavemeti kadar. Ruhu zedelendikçe zayıflar toprağa tutunan narin kökleri. İncelir dalları gövdesinin, küçük bir muhalif rüzgâr yeter devrilip düşmesine, yıkılıp gitmesine.
Tahammül hamallığı ile sınanmak, insanın en büyük sınavıdır zannımca. Harcama sınıfına girmişseniz harcanıyorsunuz demektir. Tüketim kalemi içinde yer alıyorsanız tükenmeye hazır olun. Şu bir gerçek ki şehrin zehrine yenik düştü servetin efendisi.
İhya olmayı seçti insan. Belki de bu sebepledir imha olması. İhya edeyim derken imha etmek, ihya olmaktan yeğdir oysa. Hesaplar küsurlarıyla, insanlar kusurlarıyla tam olur. Kusurlar, zaafların mahcubiyetini örttükçe küsur olarak kalmaya mahkûmdurlar.
Edep darlıkta, tevazu varlıkta kendini ele verir. Felaketin alıcısı çoktur, buhran pazarında. Tehlike toptancıdır, artçı depremi olan endişe perakendeci. Fırsatçı panik ise, “veresiyemiz yoktur” levhasını boynunda altın bir madalyon gibi taşır vicdan niyetine.
Dünya denen meta, emanet bir gayrimenkul. Ne tuhaftır ki taşınmazın değeri, taşınır ile ölçülür. Kaygı pazarında pusu kurmak; emeğin bedestenine postu sermenin paslı sermayesi, pahalı ticaretin şaibeli servetine ipekten şal oldu.
İtibar zarfa oldukça mazrufun kıymeti bilinmez. Kıymeti bilinmeyenin kendisi de eseri de bilinmez. Ancak beden eğilirse, elbise de ona ittiba eder. Gülümseyince duygularını değil dolgularını gösteren hareketli heykellerin istilasıyla başı belada yaşlı dünyamızın.
İnsan ölümlerini istatistikle açıklayan/ölçebilen bir bilim, acının çetelesini nasıl tutabilir? Rakamlar en çok da merakı gidermeye yarıyor. Kayıplar arttıkça kayıtlar kabarıyor, raflardaki evraklar gibi. Raflardaki makarnaların hızla azalması vicdanların değer kaybı ile ölçülebilir mi?
Ağrısız başın ağırlığı ne kadar olabilir ki? Ruhun sızısı bedenin sızısından incedir. Derdi, yer yurt olanın darda kalması, değişmez kuralıdır dünyanın. Fırsatların paletleri altında üretilen çok varisli mirasa heves, kelebeğin ömrüne imrenmeye eşdeğerdir.
Bir virüsten tevarüs eden nice zaaflarımız gün yüzüne çıktı. Defolu yanlarımızı, zehirli kanatlarımızı, hepsinden önemlisi zar kalınlığındaki zırhlarımızın zafiyet haritasını önümüze serdi. Bilinçaltı korkularımız, sarsılmaz sandığımız muhkem kalelerimizi çepeçevre sardı.
Ağlayanla ağlamadık, yağanla yağmadık ve yağamadık kurak topraklarına, yağmadan yağmaya koşarken bulduk kendimizi. Hangi gönle sürur, hangi göğse huzur olabildik ki incinmek cürmünden şikâyet makamına lâyık görürüz özümüzü?
Hobilerimizi, heveslerimizi, mutatlarımızı bir bir terk ediyoruz. Alışkanlıklarımızın akışkanlığı pelteleşti, durağan bir kan akışı deveran ediyor damarlarımızda. “Heyecanı kalmadı bu hayatın” diyenler çoğunlukta. Bundan daha acısı, inançlarımız işgal altında.
Bilimin ve medeniyetin getirdiği bütün kazanımları bir bir kaybediyoruz. Özvarlığını sürdürebilmek için sürekli toprak kaybına uğrayan bir imparatorluk gibiyiz şimdi. Kuşkusuz bu kayba razı olmak, yeni kayıpları beraberinde getireceği fikrini pekiştiriyor.
Cahit ZARİFOĞLU “acılarıma da kardeş olur musun?” diye soruyordu bir şiirinde. Galiba acıları, yapay alıcıları ile algılayamayan yeni nesil bir korkulukla karşı karşıyayız. Velhasıl acıdan, sancıdan ve yasına yabancıdan arta kalan; bir kuruşluk vicdan, bir virüslük can.
Yürek narin olunca yara da derin olur vesselâm.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.