Anatomi Kader midir?
Michael S. Kimmel “The Gendered Society” isimli kitabında şu temel soruyu soruyor: “Erkek ve kadınlar anatomik olarak farklı olduklarından mı farklıdırlar, yoksa onlara farklı olmaları öğretildiği için mi farklıdırlar? Biyoloji değişmez bir kader midir, yoksa insanlar değişme potansiyeline sahip esnek varlıklar mıdır?
Toplumsal cinsiyet çalışmalarında “dişi” ve “eril” kelimeleri fiziksel, biyolojik bir anlam taşırken “kadın” ve “erkek” kelimeleri kültürel bir anlamda kullanılıyor. Bu terimlerde anlam kazanan fizyolojik boyut ile biyolojik yapıdan temellendiği halde toplumsal bağlamda anlam kazanan boyut birbirlerinden oldukça farklı şeyler.
Kimmel, kitabında toplumsal cinsiyet meselesinin evrimini ayrıntılı şekilde anlatıyor. Antropologların birbirinden ilginç araştırmalarla bu konudaki tartışmalara çok önemli bilimsel katkılar yaptığını görüyoruz. Dünyanın ücra noktalarında yaşayan ilkel kabilelerde ya da baskın batı kültürünün etkisinden azade kalabilmiş başka kültürlerde kadın erkek ilişkilerinin, eşcinselliğe bakışın, cinsiyetler arasında iş bölümünün, kadınların sosyal statülerinin büyük farklılıklar arz ettiğini öğreniyoruz.
Biyolojinin ve toplumsal kabullerin cinsiyet üzerindeki etkisini inceleyen bir başka araştırmacı Judith Lorber, 1992 tarihli “Believing is Seeing: Biology as Ideology” başlıklı makalesinde spor ve teknoloji dünyalarından örneklerle biyolojik olduklarını varsaydığımız birçok kabulün aslında ideolojik tercihler olduğunu ileri sürüyor. Sporcu erkeklerin güç ve başarıları ön plana çıkartılırken sporcu kadınların güzelliklerinin, cinselliklerinin öne çıkartıldığını ileri süren Lorber, isimlendirmede bile kadınların eşit muamele görmediklerine, erkekler soy isimleriyle çağrılırken kadın sporcuların -siyah erkek atletler gibi- ilk isimleriyle çağrıldıklarına dikkat çekiyor.
Lorber’ın teknoloji konusundaki tespiti de en az spor konusundaki tespitleri kadar ilgi çekici. 1940’larda bilgisayarlar ilk icat edildiklerinde kadınların -sekreter işi gibi görülen- bilgisayar programcılığı alanında istihdam edildiklerini, ancak teknoloji ilerleyip programcılığın soyut mantık, matematik, elektrik devreleri, makine bilgisi gibi karmaşık beceriler gerektiren bir iş olduğu anlaşılınca bu işin neredeyse sadece erkeklerin yapabildiği bir iş haline dönüştüğünü söylüyor.
Suzanne J. Kessler, 1990 tarihli ve “The Medical Construction of Gender: Case Management of Intersexed Infants” başlıklı makalesinde cinsiyeti açık şekilde belli olmayan bebeklerle ilgili doktorların tutumlarını inceliyor. Önce bebeğin cinsiyetini kesin ve doğru olarak belirlemeye çalışan doktorların, bu kararı verdikten sonra bebeğin cinsel organını ameliyatla “olması gereken” hale getirdiklerini (yani tıbbi olarak cinsiyeti inşa ettiklerini) ve hormon tedavisi gibi kimyasal yöntemlerle de kararlarını desteklemeye çalıştıklarını öğreniyoruz. Çocukların cinsiyetinin bir an önce kesin olarak belli olmasını sabırsızlıkla bekleyen ebeveynin psikolojileri ile ilgili bilgiler veren Kessler, aslında doktorların biyolojik gerekçelerden çok kültürel endişelerle hareket ettiklerini ve görünüme önem verdiklerini, ameliyatları daha çok sosyo-kültürel faktörlere göre alınan karara uymak için yaptıklarını aktarıyor.
Görülüyor ki gerçekliğimiz ne tek başına maddi/fiziki/fizyolojik unsurlarla belirleniyor ne de tamamen inanç, fikir, kültür gibi unsurlar çerçevesinde “inşa ediliyor”. Alt yapı ve üst yapı bir döngü içerisinde birbirini belirliyor. Bu şartlarda araştırmacıların fiziki/fizyolojik gerçekliği de toplumsal etkileşimlerin gerçeklik üzerindeki dönüştürücü etkisini de inkâr etmeden, bunlardan herhangi birini küçümsemeden dengeli bir bakış açısı geliştirmesi gerekiyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.