Açık Alanda Yakalanmak
Kutsalları vardır milletlerin, tabuları, dokunulmazları. Özünden aziz tuttukları, öz coğrafyasına özgü, ruhundan özge bildikleri, baş tacı yaptıkları bu değerler diri kılar onları. Mabetler belirtkesidir mesken tuttukları coğrafyaların, kabirler mülkiyet tapusudur.
Ekmeğe nan-ı aziz (yüce ekmek) diyen, edeple yiyen, ekmeğe hürmet ile kitaba hürmeti bir tutan, öpüp alnına koymadan yerden kaldırmayan bir milletten söz ediyoruz. Kırıntısına dahi hürmette kusur etmeyen bir nesl-i azizden bahsediyoruz.
Ezanı aziz bilir bu millet. Zira ezan; ezilenlerin sesidir, ezenlerin değil. Bilal`in sesidir örneğin. Bu yüzden en uzun çağrıdır ama en uzak çağrı değildir ezan. Mizana çağırır. Üzenden çok üzülenedir uyarısı ve azanı izana çağırır. Kıyama izindir, naz makamıdır ezan.
Eza fiilinin faili olmaktansa eziyetin mefulü olmayı tercih etmiştir çağlar boyunca. Niza meclisinin mülküne otağ kurmaktansa rıza bahçesinin gülüne talip olmuştur. Korkunun hüzne çalan rengini, izzetin gurura ağır basan yönüyle tebdil etmiştir her seferinde.
“Derenin kuşunu derenin taşıyla avlamak” diye bir deyim var. Bugün en büyük sınavı ise kutsallarından ve korkularından karılmış yapay bir karışıma karşı savaşmanın kaçınılmazlığı. Ezeli bir ecza gibi yüzünde taşıdığı ilahi ezginin rüzgârına tutunarak özgürlüğünü sorguluyor şimdi.
“O sabah ezan sesi gelmedi camimizden / Korktum bütün insanlar, bütün insanlık adına” diyordu Cahit ZARİFOĞLU bir şiirinde. Söze zulmetmeden, sözcük savurganlığı yapmadan başka nasıl anlatılabilirdi ki korkunun, acının ve kayıpların hikâyesi?
Cinnet baharının zehirli çiçekleri sardı bahçesini vicdan buhranına eş sarmaşıklarla. Yenik düştü susuzluğa, can suyu taşıyan sakalarla örülü iken dört bir yanı. Açık alanda yakalandı; kutsalına mahcup, korkusuna mağlup, kaygısına mahkûm bir halde iken.
İsmet ÖZEL` in “Amentü” adlı şiirinde dillendirdiği durumla benzerlik gösteren tarafları dikkate alındığında netleşir bu hazin halin bulanık fotoğrafı: “Budur / işte bir daha korkmamak için korkmaz görünen korku / işte şehirleri bayındır gösteren yalan”.
Yetinme engelli azınlığın azığı kaos, erzakı kargaşa, çıkını tutku ve hırstır. Bu vahim durum, enfekte olmaya hazır açık yaralar gibidir. Gözle görülmeyen ve son safhaya kadar sinsice ilerleyen bu virüsün, bedeni bütünüyle sarmadan sezilmesi mümkün görülmüyor.
Post kaygısından dost kaybına uğrayan karakterler bir yana; pösteki sayar gibi post istiflemeyi dost biriktirmeye tercih edenlere tanık oluyoruz bu yüzyılda. Dildir, gönlü yıkan da gönlü yakan da. Kayıran, doyuran, onaran, gönle dokunan dili terk ettik acımazsızca.
Köksüzlüğü en büyük “öksüzlük” olarak tanımlar Yahya Kemal. “Koca Mustafapaşa” adlı şiirindeki şu dizeler dikkat çekici olması yanında baştan sona ibret yüklüdür:
“İnsanda derin bir yaradır köksüzlük;
“Budur âlemde hudutsuz ve hazin öksüzlük.”
Kökü gövdesinden, dalı yaprağından, tomurcuğu çiçeğinden habersiz bir ağaç ne kadar uzun ömürlü olabilir? Keramet bunun idrakinde olmaktır. Kehanete yer yoktur evrensel yasalarda. Bunun aksini savunuyor olmak; büyük kayıp, hakiki vahamettir.
Milletlerin de mertebe kat etmeleri kaderlerinin gereğidir. Yürümenin merdivenden tutunmaya engel olduğunu iddia etmek hazin olduğu kadar vahimdir. Minderden minbere, makberden mahşere seyri sülük yani manevi yolculuk mütemadiyen süregider.
Kader; hayret ve gayretten ibarettir. Hayret, inanmayı; gayret, eylemi zorunlu kılar.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.