Abdurrahim Karakoç 2
Geçen hafta Abdurrahim Ağabeyden bahsedip rahmetle anmıştık. Bu hafta Abdurrahim Karakoç’un daha çok şair kimliğine ve mana derinliklerine inmeye çalışacağız.
Mektuplarıyla tanınan Abdurrahim Ağabey mısralarında yaşadığı yılların ahvalini hicivle dile getiriyordu. Bu mektuplardan bazıları; Hasan'a Mektup, Doktor Bey'e Mektup, Mebus Bey'e Mektup...
Mektuplar, 27 Mayıs’la beraber çıkmıştır. O zamanlar da yazan birisiydi ama 27 Mayıs darbesi olunca "ben bunları birine yazmalıyım, mesaj göndermeli, Türkiye’ye gitmeli o mesaj, ama o günün şartlarında suç unsuru taşımamalı" diyerek adını Hasan koyduğunu dile getirir. Bunu da ilk mektubunda şu şekilde dile getirmiştir “Mektup yazdım Hasan’a, ha Hasan’a, ha sana” ki bu şekilde herkese hitap etmiş oluyor bir diğeri de şiirlerinde köy çok geçer. O köy, Türkiye’dir.
Göz değdi köyümün güzellerine / Elif yâd ellere göçtü be Hasan /Sevgi size ömür dört kulaç önce / Ecel çorbasını içti be Hasan
İşte mektup…
Adalet felç oldu yürür değnekle/ Neşe ne halt etsin soğan-ekmekle/ Gönül delirdi de yol beklemekle/ İsyan bayrağını açtı be Hasan
Bunlar o günün şartlarını şiirle karikatürize etmektedir. Abdurrahim Ağabey şiirlerde özellikle köy dediğini belirtiyor, "Eğer ki köy demeseydim, Türkiye olsaydı, beni içeri atarlardı." diye söylüyor, tabi mısralarından hem o zamanların durumunu anlıyoruz hem de ne kadar uç bir şekilde hicvettiğini görebiliyoruz.
Abdurrahim Ağabey bir bakıma da bir kaç neslin yetişmesinde şiirleriyle, fikirleriyle de rol oynamıştır. Ben Anadolu'nun değerleriyle yoğruldum diyen bir insanın Abdurrahim Karakoç'u okuması, anlaması gerekir.
Aslında Osmanlıca kelimelerin de çoğununu ezberleyen Karakoç, bu kelimeler şiirlerimi öldürecek endişesiyle o kelimeleri bir kenara bırakarak sade Türkçe ile duygu ve düşüncelerini ifade etmiştir.
Onun sevdası bambaşkaydı...
Bir kişiye yıldırım bir kere düşer ikincisi yok diyordu. Zamanında gönlüne bir Mihriban girmişti. Onun mısralara yansıyan duyguları çoğu insanın hislerinin aynası oldu. Abdurrahim Ağabey de zaten herkesin gönlünde vardır bir Mihriban diye ifadede bulunurdu.
"O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı. Bırakalım öyle kalsın. Ne adı Mihriban, ne saçları sarı..." demişti.
Sarı saçlarına deli gönlümü,/ Bağlamıştın, çözülmüyor Mihriban. /Ayrılıktan zor belleme ölümü / Görmeyince sezilmiyor Mihriban.
Kimseye de bahsetmedi gerçek Mihriban'dan bir sır olarak kaldı. O'nu tekrar görmek ister misiniz diye sorduklarında neden isteyeyim ki bir kişinin gönülde kalması gözde kalmasından daha iyidir diye cevap verirdi.
Tabi Mihriban'dan gelen bir mektup üzerine ikinci bir unutursun Mihriban'ım şiiri ortaya çıktı;
Unutmak kolay mı? deme,/ Unutursun Mihribanım./ Oğlun, kızın olsun hele,/ Unutursun Mihribanım
Abdurrahim Ağabey bir vesile ile Âşık Veyselle tanışmasından şöyle bahsediyor;
"1970'lerde Ben Maraş’tayım. Millî Eğitim’deyiz. Şevket Bulut vardı. Allah rahmet eylesin. Sohbet ederken kapıdan birileri girdi, bir yer sordular, döndüler çıktılar. Birisi “Ya, bu Veysel idi.” dedi. Koştular, getirdiler geri. Neyse getirdiler. Konuştuk. “Burada da var bir şair.” dediler. “İyi bakalım, okusun bir şiirini.” dedi. Ben de okudum. Şiiri bitirdiğim zaman kör haliyle kalktı, beni buldu, öpmeye başladı. “Allah’ıma şükürler olsun. Bu saha boş kalır diyordum, ne boş kalması, dolmuş taşmış.” diyor. Ağladı neredeyse." diyor."
Abdurrahim Ağabey dava adamıydı aynı zamanda... "Ben milletim uğruna adamışım kendimi, Bir doğrunun imanı bin eğriyi düzeltir, Zulüm Azrail olsa hep Hakk'ı tutacağım/ Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir." sözleri onun hem idealistliğini hem de inanmışlığını göstermektedir.
Abdurrahim Ağabey Anadolu'nun ham mayasıyla yoğrulmuş, hak yol bildiği istikametinden ayrılmamış yağız bir insandır. Onun için söylenecek çok söz var. O, her mısrası, ifadesi ayrı bir anlam içeren temiz bir insandı.