13. Kat - 3
Önceki yazımızda Yunus Emre’nin
Beni bende demen, bende değilem,
Bir ben vardır bende benden içeri
mısralarının, içinde “tanrıyı” bilincini taşıyan insan yahut Hint inanışındaki “avatar” inancını işaret ettiğini söylemiştik.
Ali Ekber Çiçek’in meşhur ettiği meşhur “haydar haydar” deyişinde geçen,
Güruh-u naciye özümü kattım
İnsan sıfatında çok geldim gittim
mısraları da aynı inancın daha açık bir ifadesidir. 1865 – 1928 Yılları arasında yaşamış olan Tarsus’lu Âşık Sıtkı Baba’ya ait bu mısralarda da “tanrının ağzından” “insan sıfatında” varoluş seviyemize çok gelip gittiği söylenmektedir. “Güruh-u naci” ise aslında avatar olmaya hak kazanmış, seçilmiş kişiler, âşıklar, veliler, evliyalar, “babalar”, “dedelerdir”. Tanrının, özünü o “seçilmiş” kişilere katmak, başka bir deyişle onların içine girmek suretiyle aramızda dolaşmaktadır!
Hem Sünni, hem Alevi saz şairlerinin, Hint coğrafyasında avatarlığı ifade eden “baba” sıfatı ile anılmaları gayet dikkat çekicidir.
Üç boyutlu bir cisim (mesela bir küp) iki boyutta (mesela kâğıt üzerinde) kendi düzeyindeki ifadesiyle var olamaz. Ancak indirgenmiş bir projeksiyonuyla, yani bir fotoğrafıyla yahut gölgesiyle var olabilir. Üst şuur düzeyinden zaman ve mekânla sınırlı dünyamıza inen bir varlığın da her ne kadar insan gibi görünse de insanlar tarafından mahiyeti asla kavranamayacak insanüstü özellikler göstermesi gerekir. İnsanların akıllarını okumak, ölüleri diriltmek, gelecekten haber vermek, fizik kurallarına tabi olmamak gibi “kerametler” bu inancın tamamlayıcı unsurları oluyor.
Filme dönelim.
Kahramanlarımız, kendi yarattıkları simülasyonla oynarken birden aslında kendi gerçekliklerinin de bir simülasyondan ibaret olduğunu fark ediveriyorlar. Tıpkı kendilerinin zihinlerini yükleyerek yerini aldıkları oyun karakterleri gibi, bir üst bilinç düzeyinden dünyalarını kontrol eden “yaratıcıların” da zaman zaman onların düzeylerine inerek yerlerini alabileceğini anlıyorlar. Bir anda dünyaları yıkılıveriyor tabi. Çünkü akıllı, hür, irade sahibi bireyler olduklarını düşünürken aslında yazılı senaryoya (kader?) göre hareket eden birer oyun karakterinden fazla bir şey olmadıklarını öğreniyorlar.
Burada o netameli hür irade meselesine giriyoruz. Bilgisayarlarda oluşturulan dev simülasyonlar (bilgisayar oyunları) ve o simülasyonlarda gezinmek için programlanmış sanal karakterler var ama hiçbir zaman bunların irade sahibi olabileceği aklımızın ucundan bile geçmiyor. Neticede hepsi silikon çipler üzerinde oluşan elektrik akımlarından öte bir şey değiller! Peki, o zaman aynı argümanı kendimize uygulayalım. Bizim beyin dediğimiz organ da neticede karbon, hidrojen, oksijen, sodyum, potasyum atomlarından oluşan bir et parçası. Sinirbilim deneyleri, düşünme, karar verme, seçim yapma gibi zihinsel faaliyetlerin aslında beyindeki nöronlar arasında zayıf bir akımın dolaşması olduğunu gösteriyor. Bu böyleyken, yani beyin dediğimiz organ atomlardan, moleküllerden ibaret bir cihazken ve o atomlar üzerinde hiçbir etkimiz söz konusu değilken hangi hür iradeden bahsedebiliriz?
Filmin sonunda kahramanımız 2024 yılının yaşandığı “en üst” şuur seviyesine çıkıyor ama filmin yönetmeni bitiş sahnesini bir televizyon gibi kapanması gibi yaparak şu mesajı veriyor: bu seviyenin en üst seviye olduğunu nasıl bilebiliriz? Belki hepsi bir ekranda yaşanan başka bir simülasyondur ve yaşadığımız gerçekliğin bir tür rüya (simülasyon) olup olmadığını kesin olarak bilmemiz hiçbir zaman söz konusu olmayacaktır!
Filmin zihinlerde uyandırdığı çağrışımlar o kadar fazla ki sanırım en iyisi, henüz görmemiş olanlara bu filmi hararetle tavsiye ederek zaten yeterince uzamış olan bu yazıyı sonlandırmak olacak.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.