Yemekteki tuz
Geçtiğimiz hafta bayram vesilesiyle gittiğim İstanbul’da, İstanbulluların, Suriyeli göçmenlere bakışını bu köşede paylaşmıştım. İstanbul’un her köşesinde, her türbesinde, camisinde, sokağında, caddesinde karşımıza çıkan sırtında montu ama çıplak ayaklarına geçirdiği terliğiyle İstanbul’u gezen Suriyeli göçmenler ile ilgili bütün Türkiye’nin özelde İstanbulluların dile getirdiği düşünceler içimde derin yaralar oluşturdu.
Suriyeli ve diğer göçmenlere yapılan yardımlardan dolayı ülkede işsizliğin arttığını savunanlar karşısında bütün bir lise hayatım boyunca dinlediğimiz ve özendiğimiz Muhacir-Ensar dayanışmasını hatırlayarak, ‘Hani onlar bizim din kardeşlerimizdi’ kelimeleri boğazıma dizildi. Hani biz, “Muhacirlerden önce, Medine’yi yurt ve iman evi edinenler, kendilerine hicret edip gelenlere muhabbet beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı nefislerinde bir kaygı duymazlar; kendilerinde ihtiyaç bile olsa (onları) nefisleri üzerine tercih ederler. Kim de nefsinin hırsından korunursa, işte bunlar (azaptan) kurtulanlardır.” (Haşr, 9) ayetine inanan Müslümanlardandık.
Evet, Muhacir ve Ensar… Birisi, dünyanın şimdiye kadar görebileceği en büyük yardım severliğin, cömertliğin sembolü olan Ensâr, diğeri de fedakârlığın, çilenin ve her türlü meşakkate göğüs germenin sembolü olan Muhacir…
Muhacir olmak zor. Evini, yurdunu, malını, mülkünü, kısaca her şeyini bırakıp, yeni bir yere, belki de bir daha dönmemek üzere gitmek zor. Hem de çok zor... Ensar olmak da kolay değil. Saf Sûresi’nin 14. ayetindeki ifadesiyle, hiçbir fedakarlıktan kaçınmadan yardımcı olmak kolay değil elbet, dünyanın bunca meşgalesi, geçim derdi varken...
Belki insanlık tarihinde bir daha görülemeyecek olan sosyal dayanışma ve beraberlik destanlarının yazılacağı en büyük Muhacir-Ensar kardeşliği Medine’de yaşanacak, bütün insanlık tarihine örnek bir fedakârlık örneği ortaya koyacaktı.
Öyle ki, Hz. Peygamber’in kardeş yaptığı Abdurrahman b. Avf’ın Medineli kardeşi Sa’d b. Rebî’ el-Ensârî, evine çağırdığı bu din kardeşi Abdurrahman b. Avf’a bakınız ne diyordu: “Kardeşim, Medineliler içinde en çok serveti olan benim. Malımın yarısını sen al. Nikahımda iki hanımım var, bak, hangisini beğenirsen onu boşayayım sen nikahla.” Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf da şöyle cevap verdi: “Allah senin hanımını da, malını da mübarek kılsın. Sen bana pazarın yolunu göster.” Abdurrahman b. Avf, pazarda ticaret yaparak hem geçimini sağladı, hem de kısa sürede büyük servet kazandı. (İbn Kesîr, el-Bidâye, III, 228)
Ensar, muhacire yardım etmek için yarıştı. Bu sayede gönüllerde birlik ve beraberlik oluştu. Bugün asr-ı saadet diye bahsettiğimiz, saadet çağını imar edecek bir toplum meydana geldi.
Tarihimiz göçlerle dolu. Dağılan Osmanlı mülkünden kalan ecdadımızın yetimleri iki yüz yıldır hicret ediyor. Sebepler hep aynı. Zulüm ve katliamlar… Dün de öyleydi, bugün de öyle. İki yüz senedir Anadolu, bir göç merkezi. Daha dün ecdadımızın yetimlerine ve tüm dünyanın mazlumlarına kucak açmakla övünen bir toplumken, bugün işsizlikten dem vurmamız ne kadar üzücü…
“Ey insanlar! İnsanlar çoğalıyor ancak ensar azalıyor. Hattâ yemekteki tuz kadar azalacaklar...” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11) hadis-i şerifi ne kadar da manidar… Evet, ensarın yemekteki tuz kadar azaldığı bir zamana geldik… Yemekteki tuz kadar… Ama yemeğin tadı tuza bağlı. Sadece yemek değil, dünyanın tadı buna bağlı… Myanmarda, Doğu Türkistan’da, Filistin’de, Gazze’de, Somali’de, Irak’ta, Suriye’de ve tüm dünya üzerinde yıllardır dinmeyen mazlumların gözyaşının dinmesi buna bağlı. Sorumluluğumuz büyük, sırtımızdaki yük ağır…
Yaşadığımız dünya bir yangın yeri. Eğer gerçekten o yangının sönmesini istiyorsak, gösterişten ve kibirden uzak, cömertlik yapınız! Allâh’ın bize bolca verdiği nimetlerden tıpkı Ensar gibi bolca veriniz. Teşekkür beklemeden, minnet istemeden veriniz. Sadece paranızı, maddi imkânlarınızı değil, gönlünüzü, ruhunuzu da verin. Allah’ın size verdiklerinden, yine onun için verin. O’nun olanı, O’na verin!
Hadi sofralarımızı açmadık, hadi malımızı mülkümüzü paylaşmadık, hiç değilse fitre ve zekatlarımızı paylaşalım. “Bir gün ben de evimden, yurdumdan uzak kalmak zorunda kalırsam ne yaparım?” diye düşünelim. “Kendisi için istediğini din kardeşi için istemeyen bizden değildir” hadisi kimin için söylendi acaba?
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.