Müslüman Cimri Olamaz
İnfak, cömertliğin; cömertlik, merhametin; merhamet de îmânın tezâhürüdür. Cömertlik ve merhametin iki düşmanı vardır: ‘İsraf ve cimrilik.’
İsraf; aşağılık duygusunu bastırma hareketidir. Cimrilik; korkaklık ve malına sığınmaktır.
Güneş nasıl karanlık ve soğuk olamazsa; bir mü’min de asla müsrif, bencil ve cimri olamaz. Hayırda yarışan bir mü’min; dâimâ çevresine, mâtemlere, mahrumlara, yoksullara rahmet ve merhamet tevzî eden bir rahmet bulutu gibidir. Bunun için servete mâlik olması da şart değildir. Ashâb-ı kiram infak yarışına girdiğinde; başını sokacak bir evi bile olmayan suffe ashâbı, dağlardan odun, çalı-çırpı topluyor, onları satıyor, eline geçen üç-beş kuruşu infâk ederek, kalbî kıvâma göre bir dirhemin milyonları geçtiği infak yarışında yerini alıyordu.
Bir gün Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem:
– Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir, buyurmuşlardı. Ashâb-ı kiram:
– Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevabı verdi:
– Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.”(Nesâî, Zekât, 49)
Hak dostlarından Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri de, öyle bir infak heyecanı içindeydi ki, yaptığı hayır ve infakları hiçbir zaman kâfî görmez; çalıştığı iş yerine giderken dolmuşa vereceği parayı bile infâk edebilmek için, Karaköy’den Tahtakale’ye kadar yürüyerek giderdi. Yani kendi ihtiyacından dahî fedakârlıkta bulunarak infakını artırmaya çalışırdı.
Kur’ân-ı Kerim’de infâkın asgarî hudûdu, yani farz şekli olan zekât; 32 yerde geçmektedir. Daha geniş ve engin olan infak ise 72 yerde geçmektedir. Demek ki Cenâb-ı Hak; zekâtın asgarî hududunda kalmamızı, zekâtı vermekle iktifâ etmemizi arzu etmiyor.
Zekât zaten müslüman zenginin, fakir kardeşine olan borcudur. Zekât; kardeşinden sorumlu olan zenginin zimmetindeki, ‘malûm, sâbit bir hak ve pay’dır. Bunu vermemek, bir hakkın gasbıdır. Zulümdür. Rahmetli pederim Musa Efendi rahmetullahi aleyh de bu hususa çok dikkat çekerek şöyle derlerdi: “Maalesef günümüzdeki birçok zengin, değil hayır-hasenat yolunda faideli olmak; hatta üzerlerine farz olan zekâtlarını vermemek sûretiyle, bîçâre, fakirlerin haklarını pervasızca yemektedirler.”
“İnce düşünülürse; ihmalinde fakirlerin hakkı verilmediği için zekât ve öşür emirlerini yerine getirmeyenler, zalimlerden olmuş olabilirler.”
“Bir kötü hırsızlık şekli de; zenginlerin, zekât vermemek suretiyle fakirlerin malını çalmasıdır.”
Kaldı ki, Cenâb-ı Hak; asgarî hudutlarda kalmayı değil, ihtiyaç miktarından artanın tamamını infâk etmeyi bir fazîlet ölçüsü olarak ortaya koymuştur. Ayet-i kerîmede buyurulur: “…Sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. «İhtiyaç fazlasını (infâk edin.)» de…” (el-Bakara; 219)
Bu ölçü, bir mü’minin dünya malıyla olan alâkasının sebebini de ortaya koyar.
Ehl-i dünya olanlar, dünyanın fanî cazibesine aldananlar; dünyalık yarışına girerler. Bir tefâhür (böbürlenme) ve tekâsür (mal çokluğuyla övünme) gayretiyle ömürlerini tüketirler. Böylesi bir tüketiş ve tükenişin ne büyük bir ahmaklık olduğunu hikmet ehli bir zât şöyle îzâh eder: “Bir kul öldüğünde; malı husûsunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir: Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır.
Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen, bunların hepsinden hesaba çekilmesidir.”
Bir insan için, üstelik kendisine fayda vermeyen bir maldan dolayı hesaba çekilmek ne kadar da zor bir durumdur. Allah Rasulü sallallahu aleyhi vesellem, bu durumdakiler için şöyle buyurmuştur: “Yazıklar olsun, yazıklar olsun o kimseye ki, ehl ü ıyâlini hayır (servet) üzere bırakır da, kendisi Rabbinin huzûruna şerle varır.”(Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 9693)
Yani mîrasçılarına büyük bir servet bırakır; fakat kendisi; Malı helâl yoldan kazanmadığı, malıyla hayır işlemediği ve evlâtları da malını kötü yollarda kullandığı için; huzûr-i ilâhîye veballer yüklü bir hesap vermek mecburiyetiyle çıkar.