Köylülük ve soyut düşünce - 2
Kaideler, prensipler, yani soyut idealler eğer gerçekten tüm insanlarca içselleştirilebilseydi, cezalara, kolluk kuvvetlerine, hapishanelere gerek kalmazdı. Soyut düşünceyi anlamayan insanlar ancak somut olanla, yani fiziksel cezayla korkutup sınırlandırılabiliyorlar.
Hız tahdidini gösteren levhaları gördüğü halde polis ya da kamera bulunmadığını anlayınca gazı kökleyen ilkel beyinlileri sarsarak uyarmak için sembolik bir işaretten çok fazlası gerekiyor. Şehirlerimizin sokakları işte tam da bu yüzden kambur misali yüksek yüksek hız kasisleri ile doluyor.
Toplumun hemen her katmanında bedevi hoyratlığının izi sürülebilir.
Siyasetçileri ele alalım mesela.
Siyasetçiler muhalefetteyken hürriyet, insan hakları, demokrasi, adalet gibi kulağa hoş gelen soyut kavramlara sıkça müracaat ediyorlar. Peki, dillerinden düşmeyen bu soyut başlıkların altları dolu mu? Yoksa bu sözler onlar için, seçim otobüsleri, gümbür gümbür miting şarkıları, sahne şovları gibi iktidara giden yolda kullandıkları birer geçici araçtan mı ibaret? Kendilerini gerçekten muktedir hissettikleri anda bu soyut kavramların hızla buharlaştığına şahit oluyoruz. Anlıyoruz ki o kadar şikâyet ettikleri şey adaletsizlik değil adaletsizliğe uğrayanların kendileri olmasıymış! Hürriyetlerinden haksızca mahrum bırakılanlar kendileri olmadığı müddetçe hürriyet yahut adalet diye bir meseleleri yokmuş meğer!
Ne yazık ki bedevi kafasının faciası, sadece pozitif kavramlara gösterilen sahte yakınlıkla sınırlı değil. Soyutu kavramakta zorlanan zihinlerin negatif, olumsuz kavramlara gösterdiği tepkiler de sathi, hatta sahtedir.
Yalan, hırsızlık ve yolsuzluk herkesin nefret eder göründüğü fiillerdir. Kurnaz köylü kafası bu olumsuz fiilleri irtikap edeni derhal mahkûm etmeye, hemen darağacına çekmeye hazırdır. Ancak tepkisi, nefreti bu ahlaksız fiillere değil onları işleyenlere yöneliktir. Kendisi imkân bulur, bir de yakalanmayacağına inanırsa yalanı da hırsızlığı da yolsuzluğu da kolayca rasyonalize ediverir: “Savaş zaten hile değil midir?”, “Bizim güçlü olmamız lazımdır.”, “Bugüne kadar onlar yemiştir, şimdi sıra bizdedir.”, “Zaten herkes yapmaktadır” vs. vs…
Bedevi kafası ne yazık ki saldırgan bir kanser misali her yanımızı sarmıştır.
Daha çok para kazanmak için insanlara ihtiyaç duymadıkları tedaviler uygulayan doktorları ayıpladığı halde iki eşantiyon hediye, iki bedava seyahat için falanca ilaç şirketinin ilaçlarını “birazcık” çok yazan doktorlarımız yok mudur?
Çocuğunun dersi boş geçince köpüren ama kendisi bir akrabasının düğününe yahut bir yurtdışı gezisine katılabilmek için günlerce rapor almakta en ufak bir sakınca görmeyen öğretmenlerimiz yok mudur?
Bir siyasi liderden, totaliter eğilimlerinden dolayı nefret ettiğini söyleyen ama kendini askeri gibi gördüğü diktatöre adeta tapan entelektüel müsveddeleriyle sarılı değil midir etrafımız?
Mütemadiyen “bilim üretemiyoruz azizim” diye vahvahlanırken bir yandan da temayüz eden her parlak zihni kendisine tehdit olarak algılayıp, aşağılayarak ya da görmezden gelerek yok etmeye çalışan muhteris akademisyenlerimizin sayısı az mıdır?
İşte bunlar ham köylülüğün, gelişmemiş bedevi zihniyetinin tipik bir göstergesidir.
Bedevîler «İnandık» dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama «Boyun eğdik» deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Allah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (Hucurat, 14)
Sanıyorum imanın kalbe yerleşmesi, birtakım somut göstergelerin hayata katılmasından ziyade inanılan soyut değerlerin içselleştirilmesi anlamına geliyor. Uğrunda fatura ödemeyi göze alamadığımız, somut getiri ve götürülerine göre taşımaya devam ettiğimiz inançlarımızı “iman” diye adlandırmak mümkün değil!
Görülen o ki eğer kurtuluş reçetesi diye bir şey yazmak mümkünse o reçetenin ilk maddelerinden biri, bedevi kafasından, köylülükten kurtulmanın bir yolunu bulmak olmalı.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.