Ahmet Aydınsoy

Ahmet Aydınsoy

İz Bırakan İsimsiz Kahramanlar Çini Desenli Uçlu Kalem*

İz Bırakan İsimsiz Kahramanlar Çini Desenli Uçlu Kalem*

• Öğretmen, ana yürekli insandır. Tüm insanlığı şefkatle kucaklayan.
• Öğretmen, önce kendi içine tohum ekip, insanlık duygularını yeşerten, hayatın ördüğü güzelliklere eriştiren insandır.
Benim hikayem ölümlerin kol gezdiği, fikirlerin susup silahların konuştuğu, insan hayatının sudan ucuz olduğu, gözyaşlarının, acının birbirine karıştığı, insanların yerlerinden yurtlarından edildiği, cennet vatanın cehenneme çevrildiği korkunç, öfkeli bir 93 yılında başladı.
O yıl ülkemiz için talihsizlik, benim içinse tam bir felaketti. Bu karanlık zamanlarda bir gün ansızın köyümüz boşaltıldı. Bağırışlar, çağırışlar, kadınların yürek sızlatan haykırışları ile karakolun yanındaki köye doğru yol aldık. Bu kareyi hayatım boyunca hiç unutmadım ve hep şöyle düşünüyorum. Eğer o kareyi bir gün sinemaya aktarabilirsem, dünyanın en etkileyici dram filmlerinden birini yapabilirim diye. Bebeklerin merkep sırtlarına bağlandığı, kadınların haykırışları ve tozun dumanın yükseldiği, umutsuzluğa doğru giden bir yolculuk. Hikayelerimizi, çocukluğumuzu, sevdalarımızı, köklerimizi, mazimizi geride bırakarak mutsuzluğa, umutsuzluğa ve bilinmeyene doğru yol aldık.
Yolculuk güvenli bir köyde bir iki günlük bir konaklama ile son buldu. Ne zaman o köyün bizi karşılayan karesini hatırlasam, Ensar ve Muhacir duygusu ben de gerçek anlamıyla hayat bulur. Bizim perişan halimize ağladılar, her aile başka bir aileyi konuk etti. Bizimle ekmeklerini bölüştüler, derdimizle hemhal oldular.
Sonra bir iki güne kadar muhacir aileler başının çaresine bakmak üzere farklı farklı yerlere göç ettiler. Kim nereye gidebilirse ya da kimin nerede tutunacak küçük bir dalı varsa oraya, hatta bazıları yurt dışına göç ettiler. Biz de dilini bilmediğimiz sıcak çok sıcak bir şehre göç ettik. Şehir hayatı sıkıcıydı, biz de şehirde yapayalnız ve kimsesizdik. şehir dışarıdan gelenlere kapalıydı. Kendisine yabancı olanları önce boğuyor sonra yutuyordu. Kenar bir mahallede mezarlığa yakın bir yerde kara bir çadırda kalıyorduk ilk zamanlar. Sonraları dört duvardan oluşan derme çatma bir yerde kalmaya başladık. Kocaman bir şehirde köklerinden ayrılmış sefil ve perişan, kimi kimsesi olmayan bir aile, başka bir ifade ile mutsuzluğun umutsuzluğun aile resmi.
Altı ay sonra babamı talihsiz bir kaza da kaybettik. Dedim ya şehir kendisine yabancı olanları boğuyor diye. Babamın vefatı ile evimizde bir matem havası vardı. Annem sürekli ağlar, şehrin olumsuz olduğundan dem vururdu. Çok öfkelendiği zamanlar evin en büyüğü olduğum için genelde sinirini benden çıkarırdı. Siniri yine geçmez, devamında ağlardı. Bütün bu olumsuzlukların içinde ilkokula başladım.
Acılıydım, öfkeliydim, dil bilmiyordum. Kendimi ifade edemiyordum. Bu da beni hırçınlaştırıyordu. Bildiğim tek dili konuşuyordum, kavga... 
Köklerinden, mazisinden çocukluğundan koparılmış bir çocuktan başka ne beklenebilirdi ki? Tabii o kavgaların sonunda dayak ve hakaret vardı. Hakaretleri çok takmazdım, çünkü anlamıyordum. Ama dayak... Onun iç dünyamda yarattığı tahribatları tarif edemem. Okulda kendimi yerliler tarafından kapana kısılmış ve kapanda bile taş atılan vahşi bir hayvana benzetiyordum. Üzerinde tuhaf bakışlar, nefret edilen kavgacı bir çocuk hissi ile okula gider gelirdim. Dil adına bildiğim iki kelime vardı. Bana ismim dahil sorulan her şeyin cevabı “evet” veya “yok”tu. Bugün bile aklıma geldikçe melankolik bir ruh haline bürünür, burnumun direği sızlar, gözlerim yaşarır. Bir gün okulun bahçesinde kravatlı bir amca babacan bir tavırla bana baktı ve ismimi sordu. “Yok” cevabını verince adamcağız nasıl da şaşırmıştı? Bana hiç kızmadan babacan tavrı ile müdür odasının yoluna devam etmişti.
İlkokul ikinci sınıfa kadar hemen hemen böyle geçti. Dil konusunda da “evet” ve “yok” başlangıç seviyemin çok üstüne çıkmıştım. Hayata küsmüş okuldan daha çok sahibi olduğu petrol ofisi ile ilgilenen yaşlı öğretmenimiz emekliye ayrılmak üzereydi. Çok iyi hatırlıyorum, öğretmenimiz eğer hızlı adımlarla sınıfa gelirse: “çocuklar petrolde acil bir işim var sessiz olun birazdan geleceğim”der, kırmızı bisikletine atlar ve giderdi. Geliyor muydu gerçekten hatırlamıyorum. Sonunda öğretmenimiz nihayet emekliye ayrılmıştı. Yeni öğretmenimiz genç bir kadındı, çok gayretliydi. Bütün öğrencilere bir şekilde ulaşma çabası içindeydi. Herkesi olduğu gibi kabul ederdi. Her öğrenciyi bir yerde görevlendirilip onları işe katmakta mahir di. Kimi öğrenci küme başkanı, kimi küme sekreteri, küme yazıcısı, derken herkesin bir görevi vardı. Bana da sınıfın ödevlerini kontrol etme görevi vermişti. Tabii isimlerin karşısına (+) ve (-) atmam için bir de kalem gerekliydi. Öğretmenim bunu da halletti ve bana “çini desenli uçlu kalemi”ni verdi. O gün bugündür bu kare zihnimin ve yüreğimin en özel yerindedir. Öğretmenimizin beni kalemine layık görmesi benim için inanılmaz bir olaydı. Çünkü bu benim için çok büyük bir ödüldü. O kalem, tatsız tuzsuz hayatımın, en aşağılanmamış, en hor görülmemiş, en fazla kabul görmüş sahnesinin biricik sembolüydü. O kalem renksiz hayatımın en renkli karesi oluverdi. O kalemle uyuyabilir, kaybolmasın diye evde bile farklı yerlerde saklayabilirdim. Öyle ya o güne kadar hayatımın en hor görülmemiş en aşağılanmamış sembolüne gözüm gibi bakmalıydım.
Öğretmenimiz kümeler halinde bizi oturtur, sınıfta bir takım ruhu oluşturur ve dışarıdan bilgi yarışmalarına katılmamızı sağlardı. Artık sınıfta pozitif bir hava vardı. Takım çalışması etkinlikleri sayesinde arkadaşlarına çelme takmak yerine arkadaşının başarısı için ter döken yürekler oluvermiştik.
Üçüncü sınıfın sonunda artık sınıfın en iyilerindendim. Sınıfımızın olumlu havası küme çalışmaları ve her çocuğun olduğu gibi benim de en sevdiğim oyunlar sayesinde dili iyice sökmüş ve zorlanmadan konuşup yazıyordum. Ama her şeyin sembolü benim için çini desenli uçlu kalemdi. Aslında sadece bir kalemdi, yani kalemlerden bir kalem. Ama bazı şeyler yerinde ve zamanında sizde öyle izler bırakır ki, değeri hiçbir şeyle ölçülemez. Bir çöp parçası bile olsa, ona yüklediğiniz anlam ve değer olayı bitirir. O kalemde hayatımın dönüm noktasıydı. Onunla hayatımın karanlığa doğru giden ibresi bir anda doğruya güzele yön çevirmişti. Çünkü o kalemle birlikte hor görülmemeyi, aşağılanmamayı görmüştüm. Yerinde ve zamanında hayatıma yapılmış küçük ama çok mühim bir ameliyat gibiydi.
“Her Çocuk Özeldir.” filminin sloganı: “Hayatta en büyük şans küçükken iyi bir öğretmene rastlamaktır” idi. Kendimden biliyorum, iyi bir öğretmenin küçük bir dokunuşu bile bir insanın hayatını değiştirebilecek büyük bir etkiye sahiptir. Onun için her çocuğun karşısına iyi öğretmenler çıkması en büyük temennim. İyi öğretmenler çocukların hayatında mucizeler yaratırlar. Ben bunu anlatamam ama yaşadım. Ah! Keşke anlatabilseydim, iyi öğretmenlerin esrarını. Bu konuda aynen kelimelere hükmeden büyük bir şairin: “Ben konuşmasını bilmem Lili yar” dizesi gibi çaresiz kalıyorum. Kahramanımın yani öğretmenimin izinde giderek sınıf öğretmenliği okuyorum. Öğretmenim bana çini desenli bir uçlu kalem vermişti. Bende ulaşabildiğim kadar öğrencinin çini desenli uçlu kalemini bulup verme yolunda gidiyorum. Ve nice öğrencinin hayatına minik dokunuşlar yapma niyetindeyim. Her şeyin sahibi Allah’ın, izni ve inayetiyle.
____
*Dilek Aras, Bayburt, Mehmet Akif İNAN Hatıra Yarışması, Unutamadığım Öğretmenim, s. 138.
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
SON YAZILAR