İslam'da demokrasinin mahiyeti
Birkaç haftadır toplum, devlet ve yönetim üzerine yazı yazmaktayım. Bugün önce ki yazılarımın ortak bir sonuç niteliği taşıyan bir karar yazısı yazacağım.
Şanlı peygamber efendimiz ve O’nun kutlu Ashabı, insan ve toplum yönetimi konusunda, insanlığa örnek olacak bir tutuş ve uygulama içinde hareket etmişlerdir.
Mukaddes Kitabımız, insanlara yine insanların tahakküm etmesini (hükmetmesini) yasaklamış, ister fert, ister aile, ister zümre, ister sınıf, ister millet, ister ümmet, ister insanlık adına olsun, hiçbir kişi veya grubun bu konuda imtiyaz sahibi olmasını istememiştir. Yüce dinimiz, mülk ve hükmün Allah’a ait olduğunu hem ayet hem de hadislerle tespit edip desteklemiştir.
Globalleşen bugünümüzün dünyasında, siyasi rejim tartışmaları, otoritenin, yönetenlerin mi, yoksa yönetilenlerin mi elinde olduğu üzere tartışmalar yapmaktadır. Liberalizm, politikada yönetilenlerin, otokrasi ise yönetenlerin elinde olduğu hükmünü beyan ederler. Diğer taraftan liberal demokrasi, daha çok bireysel hak ve hürriyetin ağır bastığı bir dünya görüşünü savunurken, sosyal demokrasi ise toplumun hak ve menfaatinin ön plana alındığı felsefi tavrı savunur.
Fakat mukaddes Kitabımızın ortaya koyduğu sistemde, ne yönetenlerin, ne de yönetilenlerin hükmetmeye hakkı vardır. Diğer taraftan hâkimiyet hakkı, ne bireylerin, ne sınıfları ne de toplumların elindedir. Geçen hafta değindiğim Kehf Suresi 44. Ayette emir olunduğu üzere: “İşte burada kudret ve hâkimiyet, varlığı gerçek olan Allah'ındır”. Allah otoritesini, Peygamberleri vasıtasıyla tebliğ ettiği emir, ölçü ve hükümlere, başta peygamberler olmak üzere, inanan herkes uymak zorundadır. Önemli olan bireyin veya toplumun otoritesi değil, bu yüce ve mukaddes emirlerin üstünlüğüdür. Aslında insan tabiatı itibari ile ister birey, ister toplum planında olsun, kendisi gibi olan başka insanların otoritesine tabi olmak istemez. İnsan ancak yüceliğine iman ettiği mukaddes prensiplere itaat etmeyi ister. Siyasi liderlerini ilahlaştıracak söylem ve davranışta bulunanların, bu söz ve davranışların sebebini buna bağlamak pekâlâ mümkündür.
İslâm’da Allah adına hükmetmeye kalkışacak bir ruhban veya seçilmişler sınıfı mevcut değildir. Mü’minler, inandıkları yüce prensiplerin ışığında, o prensipleri yüceltmek ve yaşamak isteği ile kendi yöneticilerini, bizzat kendi iradeleri ile seçeceklerdir. Yöneticiler, bu yüce ve mukaddes prensiplere sadakatle bağlı kaldıkları sürece, mü’minler de onlara itaat etmekle yükümlü olacaklardır. Yöneticiler, mü’minlerde bu şuuru uyanık tutmak zorundadırlar. Bu nedenden, yüce halife Hz. Ömer, bir gün camide hutbe verirken, orada bulunan Müslümanlara sormuşlardır: Farz edelim, ben Allah ve Resulünün yolundan ( prensiplerinden) ayrılır, kendi nefsimin etrafında bir tahakküm ( hükmetme) kurarsam, bana ne yaparsınız? Mü’minlerden gelen “Seni kılıcımızla doğrulturuz” cevabı üzerine Allah’a şükretmişlerdir.
İslâm’da mü’minlerin reyine ve düşüncesine çok önem verilir. Yüce Kitabımız, Müslümanları “ ki bunların işleri, daima aralarında müşaveredir (danışma, danış)” diye över ( Bkz. Şura Suresi, 37. Ayet). Yüce ve Şanlı Peygamberimiz de “ümmetim bâtıl üzere toplanmaz”, “ümmetimin itilafında kuvvet, ihtilafında rahmet vardır”, “halkın sevdiğini Hak da sever” diye buyurmuşlardır. Bütün bu ölçüler, İslam’ın, Cumhuri bir karakter taşıdığını ortaya koymakla beraber, bazı zaruri hallerde tarihin iradesi ile iş başına gelmiş kadrolar için de bağlayıcı niteliktedir. Yani ister halkın oyu ile ister sosyal ve tarihi determinizmin itici gücü ile iktidara gelsin kadrolar asla kendi nefsani ve zümreci menfaatleri etrafında bir tahakküm kuramazlar. Bu iş gayrimeşru olur. İslâm’da mülk ve hüküm Allah’ındır; yönetenler de, yönetilenler de, O’nun koyduğu emir ve ölçülere uyarlar. İnsan, insana tahakküm edemez.
Selametle…
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.