Hür İrade Bir İllüzyon mu? - 3
Hür/cüz'î irade nedir ve kendi irademizle hareket etmemiz bir illüzyondan mı ibarettir sorularına batılı bilim adamlarının, “Aslında hür irade diye bir şey yok ama insanların bunu bilmesi dünyayı yaşanacak bir yer olmaktan çıkartır. Bencillik, acımasızlık, kötülük ve her türden suç artar. O yüzden bu gerçeğin kitlelerce bilinmemesinde fayda vardır!” türünden cevaplar verdiğini önceki yazımızda anlatmıştık.
Peki, şimdi bu yakalaşımın ardındaki felsefe ne ve müslümanlar olarak bizim bu mesele karşısında konumumuz nasıl olmalı sorularına cevaplar arayalım.
İşin doğrusu bahsedilen bu yaklaşımın arkasında deterministik, naturalist ve netice itibariyle dinsiz bir hayat kavrayışı var. İnsanların hür -ya da cüz'î- iradeye sahip olmadığı bir dünyada dinden de bahsedilemez. Zira bu mantığa göre doğru ya da yanlışı seçmek diye bir şansımız yoksa insanlar yaptıklarından sorumlu tutulamazlar.
Öte yandan bu kavrayış insanı, fatalistik yahut bizdeki karşılığıyla “cebriyyeci” bir varlık algısına da götürülebilir. Yani yapıp ettiklerimizin önceden belirlenmiş bir kaderin kazasından ibaret olduğu ve bizim onlar üzerinde hiçbir etkimizin bulunmadığı düşüncesine.
Hür irade konusunda kafa yoran Müslümanlar doğal olarak ilk kaynak olarak Kur'an-ı Kerim'e başvurmak zorundalar. Kur'an-ı Kerim'de insnaların hür iradeleriyle seçim yapabileceklerini söyleyen ayetler var. Örnekleyecek olursak:
Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. (Şems, 7-9)
Biz Kur'an'ı, insanlara dura dura okuyasın diye âyet âyet ayırdık ve onu peyderpey indirdik. De ki: "Ona ister inanın, ister inanmayın. (İsra, 106-107)
De ki: "Hak, Rabbinizdendir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin." (Kehf, 28)
Şüphesiz bunlar bir öğüttür. Kim dilerse Rabbine ulaştıran bir yol tutar. (Müzzemmil, 19)
İşte bu, hak olan gündür. Artık dileyen kimse Rabbine ulaştıran bir yol tutar. (Nebe, 39)
Dileyen onu düşünüp öğüt alır. (Abese, 12)
Öte yandan bahse konu tartışmaları Müslümanlar açısından son derece ilginç hale sokan başka ayetler de var:
O, âlemler için, içinizden dürüst olmak isteyenler için, ancak bir öğüttür. Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. (Tekvir, 27-29)
İşte bu bir öğüttür. Dileyen, Rabbine ulaştıran bir yol tutar. Allah'ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (İnsan, 29-30)
Bu ayetlerden çok farklı çıkarımlar yapılabileceği ortada.
Hür iradenin reddi konusu hemen hicri I. Asırda müslümanların gündemine giriyor. Ca’d b. Dirhem ve Cehm b. Safvan, insanın fillerinde zorunluluk altında olduğunu, insanın iradesinin ve gücünün olmadığını ileri sürüyorlar. Onlara göre göre insanlar fiillerinde bir mecburiyet altındadırlar, yani kendi fiillerini meydana getirirken hür bir irade ve güce sahip değillerdir. Ca’d b. Dirhem, Cehm b. Safvan ve cebr düşüncesini benimseyen diğer Cebriyye’cilere göre Allah’ın dışında hiç kimsenin, ne fiili ne de ameli olabilir. Ameller yaratılmışlara ancak mecaz yoluyla izafe edilebilir. Allah kişinin rengini, şekil ve bedenini yarattığı gibi fiillerini de yaratır. Kulun mecazi anlamda bir gücü bulunmakla birlikte bunun fiilin meydana gelmesinde herhangi bir etkisi yoktur. Ağaçların meyve vermesi, suyun akması, güneşin doğması neyse insanın fiilleri de odur.
Hicri II.asrın başlarında ortaya çıkan Mu’tezile akımının imamları ise insanın fiillerini hür iradesiyle ve kendi gücüyle meydana getirdiği iddiasındaydılar. İnsanın fiillerinde hür olduğu fikrinin ilk temsilcilerinden Ma’bed el-Cüheni, Gaylan ed-Dımışki'ye ve daha sonra Amr b. Ubeyd ve Vasıl b. Ata'ya göre; kader diye bir şey yoktu, bütün işler insanın kendi iradesiyle yapılır, insan kendi eylemlerini kendi bilgisiyle bizzat kendisi takdir ederdi. Allah'ın ezelde insanın fiillerini takdir etmesi, insan fiilleri üzerinde herhangi bir müdahalede bulunması söz konusu değildi. Allah insana özgür bir irade verip fiillerinden dolayı onu sorumlu tutmasaydı, Allah’ın insanları suç işlemeye zorlayıp, sonra da bundan dolayı insanları cezalandıracağı bir durum söz konusu olurdu ki, bu Allah’ın adaletiyle bağdaşmayacak bir sonucu doğururdu.
Emevi'ler devrinde yükselen bu kaderiyye-cebriyye tartışmalarının pratik/siyasi bir anlamı vardı. Emevi'ler işledikleri günahları, yaptıkları zulümleri meşrulaştırmak, biraz da halkta oluşan infiali hafifletmek için cebriyyeci görüşleri ileri sürmüşlerdi. Kendilerini şöyle savunuyorlardı: Böyle oluyordu çünkü Allah böyle yazmıştı. Olanlara isyan etmek kadere isyan anlamına gelirdi. O yüzden yapılacak tek şey yaşananları sineye çekmekti.
Bu kelâm tartışmasının daha sonraki asırlara ve nihayet günümüze yansımalarını incelemeye “inşallah” devam edeceğiz.
Salih Cenap Baydar
twitter:@salihcenap
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.