Efendilerin Şarkıları - 1
Her ne kadar insanla berbaer varolmuş gibi dursalar da, bugünkü anlamlarıyla psikoloji ve sosyoloji bilimlerinin tarihleri hiç öyle eskilere gitmez. İnsanın zihnî yapısı, şahsî ve toplumsal öğrenme süreçleri, beynin nasıl çalıştığı gibi konularda yapılan araştırmalar, batı dünyasında kabul edilmiş ilmî disiplinler arasına ancak son 100-150 yılda girebilmiştir. Bu yeni araştırmalar hakettikleri saygıyı ve ilgiyi elde etmekle beraber, diğer disiplinlerdeki bir çok araştırmanın kaderini de paylaşmıştır. Kuantum çalışmalarından, gen incelemelerine kadar, insanlığın hayrı için girişilmiş hemen her bilimsel çalışma nasıl yeni ve korkutucu bir silaha dönüştürüldüyse, psikoloji ve sosyoloji alanında edinilen bilgiler de hem fertleri hem cemiyeti yönlendirmek, motive etmek yahut sindirmek gibi gayeler için kullanılır hâle gelmiştir.
Meşhur Rus yazar Yevgeni Zamyatin ve İngiliz meslekdaşı George Orwell, meşhur romanlarında, toplumu şekillendirmek ve yönlendirmek maksadıyla vatandaşların zihni süreçlerini kontrol etmeye çalışan zorba diktatörlerin hikâyelerini anlatırlar. Diktatörler, bu hikâyelerde “konvansiyonel” sayılabilecek metotlarla çalışırken Kurt Vonnegut’un, kısa hikâyesi “Harrison Bergeron”da insanları (aptallıkta da olsa) eşitlemek uğruna aptallaştıran elektronik cihazlarla tanışırız. “Anti-Ütopya” veya “distopya” olarak tasnif edilen bu kurgu romanlar, elbette günümüzün toplum mühendislerine ilham vermek için değil, bizleri, kibirli efendilerin girişebilecekleri çok tehlikeli oyunlara karşı ikâz etmek, uyandırmak için yazılmıştır.
Hemen hemen sözünü ettiğimiz eserlerin yazıldığı tarihlerde, insan zihninin nasıl çalıştığını anlamak için yapılan çok derin ve çeşitli bilimsel çalışmalar yoğunlaştırılmıştır. Eğitim psikolojisi alanında faaliyet gösteren Amerika’lı bilim adamları, 1950’li yıllarda, bugün hâlâ geçerliliğini muhafaza eden bir teori ile zihnî faaliyetleri kabaca üç temel bölgede incelemeye almışlardır. Bunlardan birincisine düşünme, kavramlaştırma, anlama, ispat etme ve benzeri zihnî faaliyetleri ihtiva eden “bilgi bölgesi” (“cognitive domain”), ikincisine, hissetme, sevme, nefret etme, kin duyma, korkma ve benzeri hisleri barındıran “his bölgesi” (“affective domain”) ve sonuncusuna da fiziksel hareketlerimizi idâre eden “hareket bölgesi” (“psycho-motor domain”) isimini vermişlerdir.
Biz, yapılan tasnifi biraz derinleştirmek ve şemaya eklemeler yapmak istiyoruz. İlk iki ana kategoriye ait yapıların, yani hislerin ve zihnî süreçlerin, hem kendi içlerinde, hem de birbirleriyle sayısız etkileşime girererek anlaşılması çok daha zor, mücerret bir üst yapı olan “inancı” oluşturacaklarını düşünüyoruz. Ve inançların da üstünde, insanları inançları istikametinde hareket etme, tavır alabilme noktasına taşıyan ihlaslı duruşu, yani “îmânı” buluyoruz. Eğer bilgiyi güfteye benzetirsek, hisler besteye, inanç ise bunların meczolması neticesi vücud bulan şarkıya benzer. Orwell’in, Zamyatin’in, Vonnegut’un resmettiği ve bizim içine doğduğumuz anti-ütopyalarda mesele şudur: Kendilerini tanrının yerine koymaktan çekinmeyen, toplum mühendisi-efendiler, kendi güftelerini, bestelerini, şarkılarını idâre ettikleri milyonlara söyletirken, insanların sadece kendi şarkılarını söylediklerinden şüphe duymamalarını sağlamayı başarmaktadırlar. Böylece bu efendiler, insanları hürriyetlerinden şüpheye düşürmeden mükemmel köleler haline getirmek üzeredirler. Peki bunu nasıl yapmaktadırlar?
Bu soruya inşallah bir sonraki yazımızda cevap arayacağız.
Salih Cenap
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.