Bildik Modernist Ezberler ve Hipergerçeklik Dehşeti
Aklıevvelin biri, Türk Dil Kurumu sözlüğünde tesadüfen "müsait" kelimesinin bir yan anlamının “flört etmeye hazır olan, kolayca flört edebilen (kadın)” olarak verildiğini fark etti. Bu “cinsiyetçi” tanım nasıl olurdu da devletin resmi bir müessesesinin sözlüğünde yer alabilirdi! Acar vatandaşımız müthiş keşfini sosyal medyaya taşıyınca ufak çaplı bir fırtına kopuverdi.
Biz de bu vesileyle entelektüel sığlığımızı bir kez daha müşahede etmiş olduk.
Bu anlamsız tartışmaya canhıraş bir şekilde katılanlar, karanlık ve ilkel zihinlerinin kuytu derinliklerini nasıl izhar ettiklerini fark edemediler.
Sözlükler bir kelimenin yazı dilinde ve günlük dilde aldığı çeşitli mânâları tanımlar. Bir sözlükte, bir kelimeye bugünün cemiyetinde karşılığı mevcut olmayan bir anlam verilmişse, akla iki ihtimal gelir: Ya sözlüğü yazan kişi(ler) kötü niyetlidirler veyahut kelimenin belli bir grup veya zaman dilimi içinde kazandığı bir mânâyı umuma teşmil ederek ve verilen mânânın doğuşuyla ilgili eksik bilgi vererek hata yapmaktadırlar.
Peki, bu son tartışmalarda bu iki ihtimalden hangisi söz konusudur?
Eğer tenkit edilen husus, kelimenin nerede ve ne zaman belirtilen mânâyı aldığına dair bilginin eksikliği olsaydı buna saygı gösterilebilirdi ama açıkça görülüyor ki gösterilen tepkiler özensizliğe yahut bilgi eksikliğine değil.
Geçmiş asırdan bugüne gelmeyi başaramamış bazı kafalar, toplumu “tepeden tırnağa” inşa edilebilecek bir bina, sözlükçüleri de bu binanın mimarları gibi görmek istiyorlar. İnsanların zihninde anlam kazanan kavramları sözlüklerde değiştirerek zihinleri manipüle etme hevesindeler.
Sözlüklere bu tür bir müdahale, ancak George Orwell’in 1984 romanında anlattığı ceberut polis devletinin kârıdır ve milletimiz bu müdahaleyi cumhuriyetin ilk yıllarında acıyla tecrübe etmiştir.
Lügate yapılan müdahalenin istenen neticeyi vermediğini iddia edemeyiz. Hatta heveskâr toplum mühendislerimiz kendi açılarından başarılı da sayılabilirler. Ancak tıpkı bir domatesin genleriyle oynayarak ona istediği şekli vermeyi başaran bir genetik mühendisi gibi toplum mühendislerinin de fıtrata, hayatın ve lîsânın tabii akışına müdahale neticesi elde ettikleri “eserin”, tatsız, kokusuz ve hatta “kanserojen” olduğu da başka bir gerçektir.
Cemil Meriç merhum, Bu Ülke’sinde “kamus namustur” aforizmasını yazarken bahsettiğimiz müdahaleye isyan ediyordu:
Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. Kamusa uzanan el namusa uzanmıştır. Her mukaddesi yıkan Fransız İhtilali, tek mukaddese saygı göstermiş: kamusa.
Şimdi bir bardak suda fırtına kopartmaya çalışanların beklentisi, insanımızın her daim aynı cenderede tutulması, “cahil”, “köylü”, “kaba”, “doğulu” milletin lügatiyle oynanarak “adam” edilmesi.
Tanıdık, bildik modernist ezberler, aydınlanmacı sayıklamalar…
Sözlükler lisanların haritalarıdır.
Postmodernizmin önemli ismi Jean Baudrillard, meşhur eseri Simulakra ve Simülasyon’un hemen girişinde, Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’in 1946’da yazdığı, “Del Rigor en la Ciencia – Bilimde Kesinlik” isimli, sadece bir paragraftan ibaret hikâyesine atıfta bulunur. Hikâye şöyledir:
O imparatorlukta haritacılık sanatı o denli mükemmelliğe ulaşmıştı ki, tek bir eyaletin haritası bütün bir şehri ve imparatorluğun kendisinin haritası bütün bir eyaleti kaplıyordu. Zaman içerisinde, bu ayrıntılı haritalar biraz eksik bulundu ve haritacılık okulu, İmparatorluk’la bire bir ölçekte bir imparatorluk haritası geliştirdi. Öyle ki, harita, noktası noktasına gerçeğiyle çakışıyordu. Haritacılık bilimine daha az önem veren sonraki kuşaklar, bu boyuttaki bir haritanın kullanışsız olduğuna karar verdiler ve biraz saygısızlık da ederek onu güneş ve yağmur altında yıpranmaya terk ettiler. Batı çöllerinde haritanın yırtılmış parçaları bugün bile bir hayvana ya da bir dilenciye barınak olabiliyor; coğrafya biliminden tüm ulusa kalan yalnızca budur.
Aslında bu hikâye, hem ciddi bir matematikçi hem de meşhur, “Alice Harikalar Diyarında” kitabının yazarı olan Lewis Carroll'un 1893 yılında kaleme aldığı “Sylvie and Bruno Concluded” isimli romanında yer verdiği bir fantezisinin geliştirilmesidir. Carroll fantezisinde toplumu “yukarıdan aşağıya” dizayn etme çabalarıyla dalga geçer. Mesela romanın kahramanı, ülkesinde artık kimsenin suda boğulmadığını, çünkü seneler boyu sürdürülen ciddi genetik ayıklama ve beslenme programları sayesinde tüm vatandaşların vücut yoğunluklarının suyun yoğunluğundan daha düşük hale getirildiğini anlatır. Ülkesinde artık çözümlenmesi gereken binlerce mesele ve kendisinden çözüm beklenen bir kral yerine, binlerce kral ve çözülmesi gereken tek bir mesele olduğunu söyler. Carroll’un kahramanı “Mein Herr”, Borges’e ilham veren kısımda ülkesinde haritacılığın gelişimini anlatır. Her geçen gün daha büyük ölçekli haritalara ihtiyaç duyulan ülkede nihayet birebir ölçekli haritalar yapılmasına karar verilir ancak çiftçiler bu büyüklükteki bir haritanın açılması halinde güneşe mani olarak mahsulleri çürüteceğini söylediklerinden proje iptal edilir.
Baudrillard bu alegorik hikâyelerden hareket ederek fikri daha ileri bir noktaya taşır:
İnsanın aklına gelebilecek en güzel simülasyon alegorisi olduğunu düşündüğümüz bu Borges masalında: İmparatorluğun hizmetindeki haritacıların çizdikleri harita, sonunda imparatorluğun topraklarına birebir eşit boyutlara sahip bir belgeye dönüşmektedir (ancak çökmeye başlayan imparatorlukla birlikte lime lime olmuş bu harita parçalarıyla çölde karşılaşan insanlar vardır -sonuçta bu harap olmuş soyut metafizik güzelliğin, imparatorluğun şanına yakışan bir görünüme sahip olduğu ve eskidikçe gerçeğiyle birbirine karıştırılan sahtesi gibi İmparatorluğun da bir leş gibi çürüdükçe özüne yani toprağa dönüştüğü görülmektedir).
Bu güncelliğini yitirmiş masal, ikinci dereceden (ordre) simülakrların gizli çekiciliğine sahiptir. Günümüzdeki soyutlama biçimlerinin haritacılık, suret çıkarma, aynadan yansıma ya da kavramla bir ilişkisi kalmamıştır. Simülasyon kavramının harita üzerindeki bir toprak parçası, bir töz ya da referans sistemiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Bir köken ya da bir gerçeklikten yoksun gerçeğin, modeller aracılığıyla türetilmesine hipergerçek yani simülasyon denilmektedir.
Bir başka deyişle ne harita öncesinde ne de sonrasında bir toprak parçası vardır. Bundan böyle önce harita, sonra topraktan yani gerçeğin yerini alan simülakrlardan – söz etmek gerekecektir. Borges’in masalını günümüze uyarlayacak olursak artık harita üzerinde lime lime olmuş toprak parçalarıyla karşılaşıldığını söylemek gerekecektir. Bundan böyle sağda solda karşılaşacağımız harabe ve yıkıntılar haritaya değil gerçeğe, çölde karşımıza çıkan kalıntılarsa İmparatorluğa değil bize yani çöle dönüşmüş bir gerçeğe ait olacaklardır.
Bizim, dünyadaki fikir hareketlerini neredeyse bir asır arkadan, o da akıllarıyla değil hisleriyle takip eden yarı aydınlarımızı ve bir kelime tanımı etrafında çıkarttıkları suni fırtınayla su üstüne vuran şuur altlarını şimdilik bir tarafa koyalım. Sualimizi, bugünün enstrümanlarıyla düşünebilen dostlara yöneltelim: Acaba aslı faslı olmayan coğrafyaların uydurulmuş haritalarının hakikate inkılap ederek tecessüm etmesi fikrinin ne dehşetli, ne ürkütücü ve idrak ettiğimiz zaman diliminde –maalesef- ne kadar geçerli bir fikir olduğunun farkında mıyız?
Twitter: @salihcenap
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.