Faruk Nafiz Çamlıbel kimdir? Takma adı nedir?

Faruk Nafiz Çamlıbel kimdir? Takma adı nedir?

Faruk Nafiz Çamlıbel kimdir, hangi mahlası kullandı, yani hangi takma adı kullandı? Çamlıbel hangi dönemde yaşadı, Edebiyatta hangi akımı savundu, hangi tarzı benimsedi, politikaya nasıl atıldı, Adnan Menderes ile yolları nasıl kesişti?

Hece’nin beş şairinden birisi olan, Milli Edebiyat akımının güçlü savunucularından Faruk Nafiz Çamlıbel’in hayatını sizler için derledik…

Faruk Nafiz Çamlıbel kimdir, hangi mahlası kullandı, yani hangi takma adı kullandı? Çamlıbel hangi dönemde yaşadı, Edebiyatta hangi akımı savundu, hangi tarzı benimsedi, politikaya nasıl atıldı, Adnan Menderes ile yolları nasıl kesişti? 

İşte cevabı:  

Faruk Nafiz Çamlıbel, 18 Mayıs 1898'de İstanbul'da doğdu. 8 Kasım 1973'te Akdeniz'de seyreden Samsun gemisinde vefat etti. Türk şiirinde "hecenin 5 şairi" diye bilinen şairlerin arasındadır. 

MİLLİ EDEBİYAT AKIMINA GÜÇ VERDİ

Yenilikçi edebiyatımızın geçiş döneminde dili, tekniği ve romantik İstanbullu kişiliğiyle de olsa, Anadolu gerçeğine açıldı. Türkçenin gelişmesine büyük katkı sağladı. Milli edebiyat akımına verdiği güçle kendisinden sonra gelen kuşaktaki birçok şairi etkiledi. Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Haşim şiirinin yanında üçüncü bir kümenin oluşmasına neden oldu. İstanbul Darülfünun'u Tıp Fakültesi'ndeki eğitimini yarım bıraktı. Kayseri, İstanbul ve Ankara'da liselerde ve öğretmen okullarında edebiyat dersleri verdi.

DEMOKRAT PARTİ’DEN MİLLETVEKİLİ SEÇİLDİ

Faruk Nafiz Çamlıbel, 1946-1960 arasında Demokrat Parti'den İstanbul'dan milletvekili seçildi. Dönemin Başbakanı Adnan Menderes ile aynı kaderi paylaşarak 27 Mayıs 1960'tan sonra bir süre Yassıada'da tutuklu kaldı. Biraz Cenap Şahabettin'den, büyük ölçüde de Yahya Kemal Beyatlı'dan etkilenerek ilk şiirlerini aruz vezniyle yazdı. Sonra hece veznine döndü. Anadolu insanının duygularını işleyerek Milli edebiyat akımının Yurtçu duyarlılığını zenginleştirdi. Erkek bencilliğini yücelten aşk şiirleri de yazdı. Anayurt adlı dergiyi 8 sayı çıkardı. "Çamdeviren", "Deli Ozan" gibi takma isimlerle mizah şiirleri yazdı. Fıkra, manzum oyun, roman türünde eserleri de vardır. 

faruk-nafiz-camlibel.jpg

ESERLERİ 

Şiir
•1. Şarkın Sultanları, Orbaniye Matbaası, İstanbul 1918, 38+2 s.
•2. Gönülden Gönüle, Hukuk Matbaası, İstanbul 1919, 39 s.
•3. Dinle Neyden, Kitapbane-i Sudî, İstanbul 1926, 110 s.
•4. Çoban Çeşmesi, Yeni Şark Kütüphanesi, Marifet Matbaası, İstanbul 1926, 110 s.
•5. Suda Halkalar, Sanayi-i Nefise Matbaası, İstanbul 1928, 158 s.
•6. Bir Ömür Böyle Geçti (Seçme Şiirler), Suhulet Matbaası, Semih Lütfi Ki-tabevi, İstanbul 1932, 304 s.
•7. Elimle Seçtiklerim (Seçme Şiirler), Yeni Şark Kütüphanesi, İstanbul 1934, 112 s.
•8. Boğaziçi Şarkısı, (Sadettin Kaynak ile), İstanbul 1936, 4 s.
•9. Akıncı Türküleri, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1938, 64 s.
•10. Tatlı Sert (Mizahi Şiirler), Kanaat Kitabevi, İstanbul 1938, 136 s.
•11. Akarsu, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1940, 94 s.
•12. Heyecân ve Sükûn (Seçme Şiirler), İnkılâp ve Aka Kitabevi, Yeni Matbaası, İstanbul 1959, 194+1V s.
•13. Zindan Duvarları, Tan Matbaası, İstanbul 1967, 94 s.
•14. Han Duvarları, (Haz. Nihad Sami Banarlı), Milli Eğitim Basımları, 1000 Temel Eser Serisi, İstanbul 1969, vıı+206 s.

 Tiyatro
•1. İlk Göz Ağrısı, Paul Hervieu’dan adapte. Yarm’da (No.22-26, 16 Mart-13 Nisan 1922) tefrika edildikten sonra Ali Şükrü Matbaası, İstanbul 1922, 32 s.
•2. Kambur, Yarın Mecmuası, N.34, 15 Haziran 1922 (yarım tefrika)
•3. Canavar, Milli Mecmua (No.34, 1 Nisan 1341/1925) ‘‘Canavar Temâşasın-dan Bir Sahne’’ başlığıyla kısmen ve Türk Yurdu (Yıl:14, C.11, No.9-11, Ha-ziran-Ağustos 1341/1925), 3 Perdelik Manzum Temâşa.
•4. Sevk-i Tabiî, H.Kıstmackers’ten Sermed Muhtar Alus’la birlikte çeviri. Milli Nevsâl, Temâşa Alemi, Yıl:4, No.373, 1925 (aynı yıl Darülbedayi’de oynanmıştır.)
•5. Numaralar, Akşam Matbaası, İstanbul 1928, 14 s. (Maarif Cemiyeti tarafından basılmıştır.)
•6. Akın, Devlet Matbaası, İstanbul 1932, 62 s.
•7. Özyurt, Hakimiyet-i Milliye Matbaası, İstanbul 1932, 82 s.
•8. Bîr Demette Beş Çiçek, Suhulet Kütüphanesi, İstanbul 1933, 86 s. (Numaralar, Küçük Çiftçiler, Kelebekler, Dersler, Sinir Hekimi bir arada)
•9. Kahraman, Türkiye Matbaası, İstanbul 1933, 94 s.
•10. Yangın, Suhulet Kütüphanesi, İstanbul 1933, 124 s.
•11. Ateş, Ahmet Sait Matbaası, İstanbul 1939, 32 s.
•12. Dev Aynası, Fransızcadan Adapte. Basılmamış. 1945 yılında Darül-bedâyi’de oynanmıştır. (Tiyatro mecmuası, No.177, 1 İkinci Kânun 1945.)

Roman
• Yıldız Yağmuru, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1936, 391 s.

Biyografi
•Tevfik Fikret, Hayatı ve Eserleri, Cumhuriyet Kitabevi, İstanbul 1937, s.63.

Şiirlerinden Örnekler
HAN DUVARLARI
-Osmanzade Hamdi Bey'e-
Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
Bir dakika araba yerinde durakladı.
Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar, 
 Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar... 
 Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya, 
 Ulukışla yolundan Orta Anadolu'ya. 
İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık! 
 Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık, 
 Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı... 
Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları, 
Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler, 
 Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler... 

Ellerim takılırken rüzgârların saçına
 Asıldı arabamız bir dağın yamacına. 
 Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık, 
 Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
 Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
 Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
 Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu. 
 Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu. 
 Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
 Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince 
 Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
 Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi. 
 Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
 Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine. 
 Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali, 
 Sonunda ademdir diyor insana yolun hali, 
 Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
 Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan 
 Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor, 
 Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor... 
 Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine 
 Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.

 Bir sarsıntı... Uyandım uzun süren uykudan; 
 Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
 Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu, 
 Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
 Ağır ağır önümden geçti deve kervanı, 
Bir kenarda göründü beldenin viran hanı. 
Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri 
 Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
 Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya 
 Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya. 
 Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor, 
 Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı 
Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
Gitgide birer ayet gibi derinleştiler 
 Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler... 
 Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı, 
Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı; 
Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler, 
 Aygın baygın maniler, açık saçık resimler... 

Uykuya varmak için bu hazin günde, erken, 
 Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken 
 Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı; 
Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa 
 Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa; 

"On yıl var ayrıyım Kınadağı'ndan 
 Baba ocağından yar kucağından 
 Bir çiçek dermeden sevgi bağından 
 Huduttan hududa atılmışım ben" 

Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi...
Gözüm imza yerinde başka ad görmedi. 
Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş; 
Araya gitti diye içlenme baharına, 
 Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!...

Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
 Soğuk bir mart sabahı... Buz tutuyor her soluk.
 Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri 
 Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
 Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor, 
 Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor... 
 Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar, 
 Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
 Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide, 
İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
 Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden 
 Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
 Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla, 
 Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
 Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
 Burada son fırtına son dalı kırıyordu...
 Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
 Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
 Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü; 
 Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü... 
 Gönlümde can verirken köye varmak emeli 
 Arabacı haykırdı "İşte Araplıbeli!" 
 Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana 
 Biz menzile vararak atları çektik hana. 

Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş 
Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
 Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor...
 Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
 Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
 Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
 Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;

"Gönlümü çekse de yârin hayali 
 Aşmaya kudretim yetmez cibali 
 Yolcuyum bir kuru yaprak misali 
 Rüzgârın önüne katılmışım ben" 

Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı...
Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde 
 Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
 Uzun bir yolculuktan sonra İncesu'daydık,
 Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
 Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
 Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!

"Garibim namıma Kerem diyorlar 
 Aslı'mı el almış haram diyorlar 
 Hastayım derdime verem diyorlar 
 Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış'ım ben" 

Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
 Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
 Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
 Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..

Arabamız tutarken Erciyes'in yolunu:
 "Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu'nu?"
 Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
 Dedi: 
 "Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!"

Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
 Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti... 
 Gönlümü Maraşlı'nın yaktı kara haberi. 

Aradan yıllar geçti işte o günden beri 
Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim, 
Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!.. 

ÇOBAN ÇEŞMESİ
Derinden derine ırmaklar ağlar, 
 Uzaktan uzağa çoban çeşmesi, 
 Ey suyun sesinden anlıyan bağlar, 
 Ne söyler şu dağa çoban çeşmesi. 

 "Göynünü Şirin'in aşkı sarınca 
 Yol almış hayatın ufuklarınca, 
 O hızla dağları Ferhat yarınca 
 Başlamış akmağa çoban çeşmesi..." 

 O zaman başından aşkındı derdi, 
 Mermeri oyardı, taşı delerdi. 
 Kaç yanık yolcuya soğuk su verdi. 
 Değdi kaç dudağa çoban çeşmesi. 

 Vefasız Aslı'ya yol gösteren bu, 
 Kerem'in sazına cevap veren bu, 
 Kuruyan gözlere yaş gönderen bu... 
 Sızmadı toprağa çoban çeşmesi. 

 Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda, 
 Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda, 
 Ateşten kızaran bir gül arar da,
 Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi, 

 Ne şair yaş döker, ne aşık ağlar, 
 Tarihe karıştı eski sevdalar. 
 Beyhude seslenir, beyhude çağlar, 
 Bir sola, bir sağa çoban çeşmesi...

SANAT
Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek, 
Bizim diyarımızda bin bir baharı saklar! 
Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek
İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar

Sen kubbesinde ince bir mozaik ararda
Gezersin kırk asırlık mabedin içini
Bizi sarsar bir sülüs yazı görsek duvarda, 
Bize heyecan verir bir parça yeşil çini

Sen raksına dalarken için titrer derinden
Çiçekli bir sahnede bir beyaz kelebeğin
Bizimde kalbimizi kımıldatır derinden
Toprağa diz vuruşu dağ gibi bir zeybeğin

Fırtınayı andıran orkestra sesleri
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine, 
Istırap çekenlerin acıklı nefesleri
Bizde geçer en yanık bir musiki yerine

Sen anlayan bir gözle süzersin uzun uzun
 Yabancı bir şehirde bir kadın heykelini, 
 Biz duyarız en büyük zevkini ruhumuzun
 Görünce bir köylünün kıvrılmayan belini...

Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken
 Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz
 Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
 Sana uğurlar olsun... ayrılıyor yolumuz

SON AŞIK
Hasretinle geçiyorken bu gençlik çağım,
Ey sevdiğim, ben ümitsiz değilim gene
Ak düşünce saçların kumral rengine
Kollarında son aşıkın ben olacağım.
Ey başında şimdi sevda rüzgarları esen,
Böyle her gün yollarımdan geçsen de süzgün
Sen benimsin büsbütün terk olunduğun gün ...
O mukadder günü, bilmem, düşündün mü sen?

Ben bir beyaz saçlı aşık, sen bir ihtiyar ...
O gün bana yalaşırken ey ilahi yar,
Esirgeme gözlerimden bir son buseni,

Kirpiğinden yavaş yavaş bir damla aksın,
Çünkü, ruhum, sen de o gün anlayacaksın
Ki hiç kimse benim kadar sevmemiş seni! 

KISKANÇ
Sakın bir söz söyleme... Yüzüme bakma sakın! 
Sesini duyan olur, sana göz koyan olur. 
Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın, 
Anan bile okşarsa benim bağrım kan olur... 

Dilerim Tanrı'dan ki, sana açık kucaklar 
Bir daha kapanmadan kara toprakla dolsun, 
Kan tükürsün adını candan anan dudaklar, 
Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun!

FİRARİ 
Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin 
Sana kafir dediler, diş biledim Hak'ka bile 
Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin 
Kahpelendin de garez bağladım ahlaka bile. 

Sana çirkin demedim ben, kafir demedim 
Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin 
Yaşadın beş sene kalbimde, misafir demedim 
Bu firar aklına nereden, ne zaman esti senin. 

Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine 
Takılan gönlüm asırlarca peşinden gidecek. 
Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da yine 
Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek.

 

Gazeteilksayfa.com

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.